“Sosyolojinin işlevi, her bilim gibi,
örtülü olanı açığa çıkarmaktır.”
Pierre Bourdieu
Sosyoloji yani toplumbilim, adından da anlaşıldığı üzere birey ve toplumun etkileşimini ele alan bilim dalıdır. Latince “socius” (insanı işaret eden, üye, arkadaş veya dost) ile Yunanca “logy” (bilim) sözcüklerinden türetilmiştir. Sosyoloji; tek tek bireylerin birbirleriyle ilişkileri ya da toplumların arasındaki etkileşimler ya da bireylerin toplum içindeki yeri ve yaptıkları gibi çeşitlendirebileceğimiz ilgi alanlarını inceler, araştırır ve analiz eder.
Modern toplumların bilimi olarak adlandırılan sosyoloji Giddens’a göre (2008, s. 38), “insanın toplumsal yaşamının, insan grupları ile toplumlarının bilimsel incelemesi”yken, Browne (1998, s. 1) sosyolojiyi, “modern toplumlarda insan gruplarının ve toplumsal yaşamın sistematik ve planlı çalışılması” olarak tanımlar. Lakin sosyolojinin hitap ettiği, etkilediği ve etkilendiği alanların genişliği düşünüldüğünde yapılan her tanım biraz eksik kalacaktır denebilmektedir.
Toplumbilim 19.yy’da ortaya çıkmıştır. Bu dönem kabaca topraktan sanayiye geçişin dönemidir. Bu geçişler ve üretim biçimlerindeki değişim politik, ekonomik, sosyal, düşünsel ve hukuksal gibi insan yaşamının neredeyse her alanında köklü değişikliklere (reform, Rönesans, birçok keşif ve yeni buluş ama özellikle 1789 Fransız Devrimi ile 1801’de buhar gücüyle çalışan ilk makinenin kullanımıyla da Sanayi Devrimi) sebep olmuştur.
Pozitif bir bilim olan sosyoloji bireysel sorunlarla değil toplumsal sorunlarla ilgilenir. Olanı inceleyen sosyoloji evrensel kural ve tanımlar yapmaz, diğer bilim dallarıyla birlikte hareket eder. Olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi kurarak genellemelere ulaşan toplumbilim; sistemli ve düzenli bilgiden oluşur, toplumları genel kural ve tanımlar eşiğinde ayırarak incelemez. Sosyolojinin toplum düzeyinde ise genel olarak şu dört amacına vurgu yapılır:
“Sosyoloji, toplumu ilerletmeye dönük modern gayretten doğmuştur.”
Albion W. Small
Sosyolojinin bize, farklı bakmanın neler fark edebileceğini göstermesi açısından da büyük öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Var olana farklı bakmak ve onu yorumlama şeklimizin değişmesi, bizi de değiştirebiliyor çoğu zaman. Ama çok büyük, kapsamlı ve işin içinde insanın da yer almasıyla derinlikte sınır tanımayan bu alan da her alana giriş için en temelinden bir başlangıcı hak ediyor.
Sosyolojiyle bir bilim dalı olarak yeni ilgilenmeye başlayanlar ilk iş olarak İbn-i Haldun’un ön söz niteliğindeki iki ciltlik kitabını almamalı eline. Sosyoloji nedir? Kurucuları[1] kimlerdir? Ortaya koydukları çalışmaları ve eserleri nelerdir? gibi soruların az çok altını doldurduktan sonra bence kavramlar, giriş için en uygun başlangıç olacaktır.
Sosyolojide Temel Kavramlar
Temel kavramlar için internette de yapacağınız basit bir aramayla onlarca sayfaya erişebilirsiniz. Sadece dağınık bilgileri toparlamak biraz zaman alacak ve doğrulamak ise dikkat gerektirecektir. O yüzden tüm internet sitelerindeki bilgilere ek olarak kütüphanenizde ihtiyaç duyduğunuzda açıp bakabileceğiniz bir kitap tavsiye edeceğim: Sosyolojide Temel Kavramlar.
Bu kitap Giddens ve Sutton’ın. Yayına hazırlayan ve çeviren ise Ali Esgin. Phoenix’ten çıkan kitabın bende 4.baskısı mevcut. Kitap ilk ele aldığınızda çok basit gözükebilir lakin benim işimi çok kolaylaştırdı. Seçtikleri kavramlarla ve onları sunuş şekilleriyle içinde yolunuzu rahatça bulabildiğiniz minik, anlaşılır bir ansiklopedi gibi. En sevdiğim kısmı ise kavram, çeşitli başlıklarla incelenip sonuna gelindiğinde yararlanılan kaynaklara ek olarak burada okuma önerileri de mevcut. Bu da isteyenin, konuyu hangi güzel kaynaktan derinlemesine araştırıp öğrenebileceğinin ikinci bir araştırmaya gerek olmadan hazıra konduğu kısım oluyor. İşimi kolaylaştırdı derken ciddiydim.
Kitapta belirli araştırma alanlarının şekillenmesine yardımcı olan ya da son dönemlerde geliştirilen yaklaşık yetmiş kavram üzerinde özellikle duruluyor. Hem zamana karşı dayanıklı olan (güç, sınıf, kültür, ideoloji, toplum gibi) kavramlar hem de uzun bir geçmişe sahip olmayan (cinsiyetçilik, kimlik, tüketimcilik gibi) kavramlara son olarak da yakın zamana ait daha yeni kavramlara (kesişimsellik, küreselleşme, risk ve onarıcı adalet gibi) yer veriliyor.
Kitapta kavramlar klasik bir şekilde tanımı verilip geçilmiyor. Kavram tanımından sonra; kavramın kökeni, anlam ve yorumlar, eleştirel noktalar, güncel ilgiler, yararlanılan kaynaklar ve okuma önerileri başlıkları da mevcut. Bir de sadece konu başlığı değil, o kavramın altındaki ya da değinilmeden geçilmeyecek kavramlar da her bölümde mevcut. Örneğin “endüstrileşme” aynı zamanda ekolojik modernleşme, post-endüstriyalizm ve kentleşme kavramlarını da içermekte. Bu nedenle sadece içindekilere bakmak yeterli değil kitapta, okuyucuya mutlaka dizine de göz gezdirmesi uyarısında bulunuyorlar.
Bu hızlı başvuru kılavuzu sayılabilecek kitapta, konu başlıkları on ana temada işlenmiş:
Tema 1: Sosyolojik Düşünmek
Tema 2: Sosyoloji Yapmak
Tema 3: Çevre ve Şehircilik
Tema 4: Sosyal Yapılar
Tema 5: Eşitsiz Yaşam Fırsatları
Tema 6: İlişkiler ve Yaşam Seyri
Tema 7: Etkileşim ve İletişim
Tema 8: Sağlık, Hastalık ve Beden
Tema 9: Suç ve Sosyal Kontrol
Tema 10: Siyaset Sosyolojisi
Kitaptan Seçtiğim 10 Kavram ve Kökenleri
Toplum
Kavramın Tanımı
Bireylerin bir araya gelmesine ya da basit bir toplamına indirgenemeyecek olan büyük bir insan topluluğundaki yapılandırılmış sosyal ilişkileri ve kurumları tanımlamak için kullanılan bir kavram.
Kavramın Kökeni
İlk anlamı arkadaşlık ya da ortaklık olan toplum kavra- minin izi, 14. yüzyıla kadar sürülebilir ve kavrama ilişkin bu sınırlı anlam, 18. yüzyılda yüksek sosyeteyi ve üst sınıfları tanımlamak için kullanılmasında da görülebilir. Kavram, “arkadaşlar toplumu” (Quakers) ya da çeşitli bilimsel toplumlar örneklerinde olduğu gibi, aynı görüşteki insan gruplarını tarif etmek için de kullanılmıştır. Bununla birlikte toplum kavramı 18. yüzyılın sonlarında daha genel ve soyut bir anlam kazanarak, yerleşik hale gelmiştir. Toplum kavramı ancak 19. yüzyılda, bu genel ve soyut anlamından, daha spesifik nitelikteki sosyolojik anlamına ulaşmıştır. Emile Durkheim toplum kavramını, bireyi incelemekten çok, insan yaşamının kolektif gerçekliğini incelemeye odaklanan yeni bir disiplin olan sosyolojinin inşasında merkezi bir kavram olarak düşünmüştür. Durkheim ([1893] 1984) toplumu bağımsız bir gerçeklik olarak kavramıştır: Ona göre toplum; sui generis ya da kendi yeterliliği dâhilinde var olan ve sınırları belirlenmiş bir alan içindeki bireyler üzerinde biçimlendirici etkisi bulunan bir yapıdır. Durkheim’ın toplum anlayışı 20. yüzyıl boyunca sosyolojide egemen olmuş bir anlayıştı. Fakat bu anlayış 1970ʻli yılların ortalarından itibaren ciddi biçimde sorgulanmaya başlandı. Sosyal gerçekliği küresel düzeyde ele alan kuramlar ya da küreselleşme kuramları, sorunun aslında Durkheim’ın toplum kavramının ulus-devlet fikrine dayanmasından kaynaklandığını ileri sürdüler. Sosyal süreçlerin küresel düzeyde incelenmesi, ayrıca ulusal sınırların ötesindeki kültür, mal ve insan hareketlerini de gündeme getirdi. 2000’li yıllarda sosyolojinin bu tarz bir toplum kavramının ötesine geçmesi ve söz konusu ‘hareketlere’ dönük analizleri mümkün olan en verimli şekliyle yapılması gerektiği vurgulandı.
Ağ (Network)
Kavramın Tanımı
Gevşek örgütlenme biçimlerinde ya da sosyal yaşamda insanları birbirlerine bağlayan bir takım resmi ve/veya resmi olmayan sosyal bağlardır.
Kavramın Kökenleri
Ailevi yakınlık ve arkadaşlık ağlarıyla birlikte, işçi grupları ve iş çevresinden tanıdıklar arasında kurulan sosyal ağlar yıllardır sosyal bilimciler tarafından araştırılmaktadır. 20. yüzyılın başlarında ikili sosyal birim (dyad) ve üçlü sosyal birim (triad) gibi temel sosyal biçimlerin değişen dinamiklerine dair George Simmel’in kuramsal görüşleri, muhtemelen çok daha geniş sosyal ağların inceleneceğinin habercisi olmuştur. Bazı sosyologlar açısından ağlar insan iş birliğinin çok eski biçimleri olsa da bilgi teknolojisi ağ oluşturma lehine birçok yeni fırsat yarattığı için, ağlar çağdaş toplumların tanımlayıcı örgütsel yapısı haline gelmiştir. Ağların içsel esnekliği ve intibak kabiliyetleri eski örgütlenme türlerine kıyasla onlara büyük avantajlar sağlar ve bazı düşünürler, ticari faaliyetlerin küresel ekonomik bir çevrede verimliliği en üst düzeye çıkarmak için ağ oluşturmuş yapıları benimsemeye başladıklarını öne sürerler.
Sosyal Benlik
Kavramın Tanımı
Bireyin, diğer insanların kendisine yönelik çeşitli reaksiyonlarına karşı tepki olarak geliştirdiği öz-farkındalık oluşumu.
Kavramın Kökenleri
İnsanoğlunun yaşadığını ve öleceğini bilen tek varlık olduğu sıklıkla dile getirilmektedir. Sosyolojik olarak bunun anlamı, insanların bir benlik bilincine sahip olduklarıdır. Amerikalı sosyolog ve filozof George Herbert Mead (1934) çocukların “ben” ve “beni/bana”yı kendilerini betimlemek için kullanmayı nasıl öğrendiklerini araştırdı. Mead benliğin nasıl ortaya çıktığını ve geliştiğini anlamanın koşulunun, sosyolojik bir bakış açısı geliştirmek olduğunu savundu ve onun fikirleri sosyolojideki sembolik etkileşimci geleneğin temelini oluşturdu. Mead, her ne kadar benlik kavramı ilk ortaya çıktığında, “şeyler yoluyla düşünme” yeteneği anlamında kullanılsa da onun gerçek bir insan öznede vücut bulan benliğin somutlaşması olduğunu, dolayısıyla “ruh” ve buna benzer kavramların aksine, insan özne olmaksızın kavranamayacağını ileri sürmüştür.
Rasyonelleşme
Kavramın Tanımı
Geleneksel fikir ve inançların yerini, metodolojik kural ve yordamlar aracılığıyla biçimsel araç-amaç düşüncesinin aldığı uzun vadeli toplumsal süreç.
Kavramın Kökeni
Rasyonel biçimde eylemde bulunmak, akılcı bir biçimde hareket etmek ve eylemi gerçekleştirmeden önce eylem ve onun sonuçları üzerine düşünmek demektir. Kökeni 17. yüzyıla dayanan rasyonalizm, genel geçer olan ya da din kaynaklı bilgiler karşısında akıl ve mantığa dayalı bilgiyi öne çıkaran felsefi bir öğreti olarak bilinir. Daha açık deyişle, rasyonelliğin kökleri, bilgi üretimi ve faaliyeti ile düşünme arasındaki bağlantılarda aranmalıdır. Sosyolojide rasyonalizasyon kuramı, sabitleşmiş bir durum olmaktan ziyade, genellikle sosyal alandaki bir süreci ifade eder ve esas olarak Max Weber’in çalışmalarında gündeme gelmiştir. Weber’e göre büyü bozumu ve rasyonelleşme, modernliğin ayırt edici özelliklerinin gerçekçi bir biçimde anlaşılmasını sağlayan uzun vadeli dünyasal-tarihsel ve toplumsal bir süreçtir. Konuyla ilgili son dönemdeki çalışmalar, yeniden etkili olmaya başlayan dinsel ve manevi inançlar nedeniyle rasyonelleşme sürecinin hızının kesilip kesilmediği ya da sürecin yeni biçimlerde olsa da devam edip etmediği şeklindeki tartışmalara odaklanmıştır.
Düşünümsellik (Refleksivite)
Kavramın Tanımı
Sosyal aktörlerin kendileri ve içinde bulundukları sosyal koşullar üzerine derinlemesine düşünmelerini anlatan ve bu anlamda, bilgi ve toplum ve/veya araştırmacı ile araştırma konusu arasındaki ilişkiye vurgu yapan bir niteleme.
Kavramın Kökenleri
Düşünümsellik, düşünme ve kendi üzerine düşünme fikirleriyle bağlantılıdır, dolayısıyla çok uzun bir geçmişe sahiptir. Nitekim kavramın sosyal bilimlerde kullanımı, George Herbert Mead (1934) ve Charles H. Cooley’in (1902) sosyal benlik hakkındaki fikirlerine, W. I. Thomas’ın sosyal inşacı yaklaşımına ve kendini gerçekleştirme ile kendini engelleme üzerine ilk dönemlerde yapılan kimi çalışmalara kadar uzanmaktadır. Hem Cooley hem de Mead, bireysel benliğin doğuştan geldiği savını reddetmiştir. Bunun yerine Cooley, benliğin diğer bireylerle sosyal etkileşim sonucunda insanların kendilerini diğerlerinin gördüğü gibi görmeye başlamasıyla ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Mead’ın kuramında ise, biyolojik insan organizması ile diğer insanların sosyal çevresi arasındaki bu sürekli etkileşim, bireyin kendi içerisinde birbiriyle sürekli diyalog halinde olan iki parçalı bir benlik oluşturmaktadır. Bu bireysel düşünümsellik formları, anlamlı sosyal etkileşim için zemin oluşturmaktadır. Bununla birlikte, bireysel ve toplumsal düşünümsellik 20. yüzyılın sonlarından itibaren sosyal teoride daha merkezi bir konuma gelmiştir. Özellikle Ulrich Beck (1994) ve Anthony Giddens’ın (1983) kuramsal fikirleri, nitel araştırma yöntemlerine ilişkin yenilenmiş bir vurgu olarak, sosyal yaşamın temel düşünümsel doğasına dikkati çekerken, düşünümsellik kavramının bireysel düzlemden sosyal düzleme taşınmasını sağlamıştır. Hem bireysel hem de toplumsal düşünümselliğin varlığı, sosyolojide pozitivizmin hakimiyetine kaçınılmaz bir şekilde zarar veren bir gelişme olarak görülmüştür.
Söylem
Kavramın Tanımı
Ortak varsayımlar aracılığıyla oluşturulan ve belirli bir konu hakkında insanların anlayış ve eylemlerini biçimlendirmeye hizmet eden düşünme ve konuşma çerçevesi.
Kavramın Kökenleri
Söylem kavramı, ilk olarak dilin kullanımına ve incelenmesine odaklanan dilbilimde ortaya çıkmıştır. Dilbilim bağlamında söylem, karşılıklı konuşma, kamusal tartışmalar ve çevirim içi sohbet odalarında gerçekleştirilenler türünden sözlü ya da yazılı iletişimlerle ilgilidir. Dilbilimde söylemler, iletişimin nasıl işlediğini ve organize edildiğini anlamak amacıyla analiz edilmektedir. Ancak, 1950’lerde İngiliz filozof J. L. Austin (1962), yazılı ve sözlü iletişimlerin yalnızca tarafsız ve pasif ifadelerden oluşmadığını, hatta “söz edimlerinin” etkili bir biçimde dünyayı şekillendirdiğini iddia etmiştir. Michel Foucault ise, iktidara ve iktidarın toplum içindeki etkilerine dair ana sosyolojik ilgileri, dil incelemesiyle ilişkilendirmiştir. Bu başlangıç noktasından itibaren söylem ve “söylemsel pratikler”, sosyologlar için çok daha ilgi çekici konular haline gelmiştir.
Kitle iletişim Araçları
Kavramın Tanımı
Büyük kitlelere ulaşmak amacıyla tasarlanan gazete, dergi, radyo, televizyon ve film tarzındaki iletişim araçları.
Kavramın Kökenleri
İnsanlık tarihinin uzunca bir döneminde temel iletişim aracı, yüz yüze iletişimi zorunlu kılan, konuşma olmuştur. Sözel kültürler, fikirler, bilgi ve deneyimler kuşaklar arasında ağızdan ağıza aktarılmıştır. Konuşma, yazıya dökülebilir ve saklanabilir hale gelir gelmez, ilki yaklaşık olarak 3000 yıl önce Çin’de görülen ilk yazılı kültürler ortaya çıkmaya başlamıştır. Modern kitle iletişimin ilk önemli habercisi, 15. yüzyılın ortalarında metinlerin yeniden basılmasına olanak sağlayan, Gutenberg’in hareketli parçalardan oluşan matbaasıydı. Mesajların daha hızlı iletimi, radyo ve televizyonun icadıyla mümkün oldu; her ikisi de izleyiciler için son derece popüler hale geldi. Özellikle televizyon, küresel nüfusa ulaşma yeteneğiyle birlikte, içeriğinin niteliği açısından da sosyologların ilgisini çekmiştir. 20. yüzyılın sonlarında cep telefonu, bilgisayar oyunları, dijital televizyon ve İnternet gibi yeni dijital teknolojiler, kitle iletişiminde yeni bir devrim yarattı. Sosyolojide etkileşimli medyanın imkânlarını ve sonuçlarını bütünüyle anlamaya ve değerlendirmeye ilişkin girişimlerin henüz istenilen noktaya geldiği söylenemez.
Otorite
Kavramın Tanımı
Bir kişi ya da grubu diğerinden üstün kılan meşru güç.
Kavramın Kökenleri
Max Weber’in ([1925] 1979) siyaset sosyolojisi, güç, otorite ve politikayla ilgili çalışmaların birçoğunun başlangıç noktasıdır. Weber gücü, başkalarının karşı koymasına rağmen, insanların ya da grupların kendi istediklerini yapabilme yeteneği olarak tanımlamıştır. Ancak otorite, insanların yalnızca buyruklar aldığı ve bu buyrukları yerine getirebilecekleri makul beklentileri olduğu zaman söz konusudur. Bu nedenle otorite, buyruk veren ile alan arasındaki güven ilişkisine dayanmaktadır ve bu güven buyruk verenin meşruiyetiyle ilgilidir. Yani, buyruk verenler yetki sahibi olarak görülürler. Otorite, uygulamada yetişkin-çocuk ilişkilerinde; aile içinde, aile reisinin aldığı kararlarda; emir verme yetkisine sahip olan yöneticilerin bulunduğu organizasyonlarda; katı bir rütbe ve otorite sisteminin olduğu silahlı kuvvetlerde ve politikada görülebilir.
Demokrasi
Kavramın Tanımı
Yurttaşların doğrudan ya da seçilmiş temsilciler yoluyla politik kararlara katılımını sağlayan politik sistem.
Kavramın Kökenleri
Demokrasi kavramının kökeninde, Antik Yunan’daki demokratia: demos (halk) ve kratos (yönetmek-egemenlik) terimleri vardır. Dolayısıyla demokrasi, yönetme yetkisinin hükümdarlarda ya da despotlarda değil, halkta olduğu bir politik sistemdir. Katılımcı ya da doğrudan demokraside kararlar, karardan etkilenen herkes tarafından alınır. Bu türden bir demokrasinin orijinal biçimi, Antik Yunan’da görülmüştür. Antik Yunan’da toplumun küçük bir azınlığı olan yurttaşlar, önemli kararlar almak ve politikalar geliştirmek amacıyla düzenli olarak toplanırdı. Demokratik yönetim, çeşitli zamanlarda ve farklı toplumlarda farklı biçimler almıştır. Örneğin ‘halk’ denilince, yalnızca mülk sahibi olan tüm erkekler da yetişkin kadınlar ve erkekler akla geliyordu. Bazı ya toplumlarda demokrasinin kabul edilmiş biçimi politik alanla sınırlıdır, oysa diğer toplumlarda bu, sosyal yaşamın pek çok alanına yayılmıştır. Temsili demokrasi halkın yönetimde Söz sahibi olmasının olağan bir yöntemi haline gelmiştir. 1990’lı yıllarda Doğu Avrupa Komünizminin sona ermesiyle birlikte, liberal demokrasinin temsili biçimleri dünya genelinde hâkim bir model olarak görülmeye başlanmıştır.
Postmodernite
Kavramın Tanımı
Modernliği izleyen, net bir tanımı yapılamayan, çoğulcu ve kendisinden önceki modernlikten sosyal yönlerden farklı olan tarihsel bir dönem. Postmodernitenin 1970’li yılların başlarından itibaren geliştiği söylenmektedir.
Kavramın Kökeni
Postmodern kavramı sanat ve kültür alanında daha önce kullanılmış olsa da sosyal teoride “postmodern dönüş” 1980ʻli yılların ortalarında başladı. Mimaride Londra’daki Lloyd’s binası gibi tuhaf görünümlü binalar inşa etmek için mevcut türlerden esinlenen yeni bir tarz ortaya çıktı. Tür ve tarzları renkli bir biçimde birleştiren ve karıştıran bu yöntem, postmodern olarak tanımlandı. Sinemada, yönetmen David Lynch tarafından oluşturulan garip dünyalarda (bkz. Mavi Kadife, 1986), eski moda romantizm ve ahlak anlatımlarıyla, ölçüsüz şiddet ve cinsel “sapkınlık” birleştirilerek tarihsel dönemler iç içe geçirildi. Sanatsal ve kültürel diğer birçok alanda postmodern eğilimler devam etti ve nihayet postmodernite 1980’li yılların sonunda sosyal bilimleri de etkisi altına aldı. Sosyolojide ilk önemli çalışma, Jean-François Lyotard’ın modern toplumun temel niteliklerinden bazılarının artık merkezi önemini yitirdiği tezini savunduğu Postmodern Durum (1984) oldu. Lyotard özellikle, modernlik süresince bilginin egemen formu olan bilimin, dinsel inançlar, sağduyu balk söylemleri gibi bilginin yerel formlarına yönelen insanlar için meşruiyetini kaybettiğini iddia etti. Lyotard’a göre, bilimsel düşüncenin merkezi önemini yitirmesi, postmodern toplumun bir belirtisiydi. Postmodern kuramlar üzerine önemli etkileri olan diğer kuramcılar, Zygmunt Bauman (1992-1997) ve Jean Baudrillard’tır (1983-1991).
Kitabın “Giriş” yazısını da ekliyor ve bitiriyorum. Sanki güzel bir başlangıç yaptık, değil mi?
Elif Akçay
Giriş
Sosyal yaşam statik ya da durağan değildir; aksine devamlılığı olan bir değişim sürecidir. Yaklaşık otuz yıldır, cinsiyet ilişkilerindeki kaymalar, artan göç, çokkültürcülük, internet ve sosyal ağlar, küresel terörizm ve Orta Doğu’yu saran politik kargaşalar modern dünyayı dönüştürmüştür. 19. yüzyılın ürünü olan sosyoloji; bu dönüşümler karşısında sabit kalamaz, zamana ayak uydurmak zorundadır; aksi takdirde onun varlığı anlamsızlaşacaktır. Günümüz sosyolojisi; kuramsal olarak çeşitlilik arz eder, çok geniş bir konu aralığını kapsar ve toplumları analiz etmek için geniş bir yelpazedeki araştırma yöntemlerini kullanır. Sosyolojinin bu özelliği, içinde yaşadığımız giderek daha fazla küreselleşen sosyal dünyayı anlama ve açıklama girişimlerimizin kaçınılmaz bir sonucudur ve bilindik kavramlarımızın yeniden değerlendirilmesinin ve yeni kavramlar oluşturulmasının zorunlu olduğu anlamına gelir.
Sosyolojide Kavram Gelişimi
Bazı sosyolojik kavramlar uzun süredir kullanılmaktadır ve geçen zaman içinde kavramsal dayanaklar olarak kalmayı başarmışlardır. Örneğin, sınıf, statü, bürokrasi, kapitalizm, cinsiyet, yoksulluk, aile ve güç gibi kavramlar, sosyolojinin temel kavramları olmayı hâlâ sürdürmektedir. Küreselleşme, postmodernite, düşünümsellik, çevre, yaşam seyri, onarıcı adalet ve sosyal engellilik modeli gibi kavramlar ise, daha yakın zamanlarda geliştirilmiştir. Bu kavramlar artık, son yıllardaki muazzam değişimleri temsil eden kavramsal sözlüğün parçalarıdır. Bütün bunlar aslında, günümüzde disiplinin genel biçimini kavramanın çok daha zor olduğu anlamına gelmektedir. Kitap, yaklaşık yüz elli yıldır sosyolojideki belirli gelişmeleri tanımlayıcı figürler olarak işlev gören bazı temel kavramları tanıtarak, bu zorluğu aşma çabalarına katkı sunma amacındadır. Sosyolojinin temel kavramlarını, onların kökenlerini ve çağdaş kullanımlarını anlamak, sosyolojinin konusunun zamanla nasıl geliştiğini görmek adına okuyuculara rehberlik edecektir.
Sosyolojide kavram gelişimi genellikle, bulgularını anlamlı hale getirmek için yeni kavramlara ihtiyaç duyan kuramlara ve ampirik çalışmalara bağlıdır. Statü, sınıf ve risk gibi bazı kavramlar, toplumsal alanda ortaya çıkmıştır. Bu türden kavramlar sosyoloji içinde tartışılıp geliştirilerek, zamanla daha kesin ve kullanışlı hale gelirler. Yabancılaşma, ahlaki panik ve küreselleşme gibi kavramlar ise, sosyal olguları anlaşılır kılmak adına sosyologlar tarafından özellikle oluşturulmuştur. Fakat bunlar da sonradan, yaşamın içinde insan algılarına nüfuz ederek gündelik yaşamda kullanılmaya başlanır. Bu, doğa bilimlerindeki durumdan tamamen farklıdır. Doğa bilimlerinin oluşturduğu hiçbir kavram, bitki ve hayvanların davranışlarını değiştirme potansiyeline sahip değildir. Giddens’ın ifade ettiği gibi, aslında buradaki durum, “tek-yönlü” bir hareket örneğidir. Hâlbuki sosyolojideki kavramlar, araştırma bulguları ya da kuramlar genellikle toplumsal alana geri dönmektedir ve bir sonuç olarak insanların fikirlerini ve davranışlarını değiştirme potansiyeline sahiptir. Bunun anlamı, sosyolojik araştırmanın, sosyologlar ile onların çalışma konuları arasındaki sürekli bir “çifte hareket”in parçasını oluşturduğudur.
Buradaki “çifte hareket”, sosyolojik kavramların doğal olarak sabit olmadığını ve yalnızca mesleki sosyolojik söylem içinde değil, aynı zamanda sosyal dünyada da değişim ve düzenlemelere açık olduğunu anlatmaktadır. Kavramların bazıları –muhtemelen büyük bir çoğunluğu- işin doğası gereği “ihtilaflı”dır. Diğer bir deyişle, farklı kuramsal gelenekler tarafından kullanılmaları nedeniyle kavramların anlamı üzerine genel bir görüş birliği yoktur. Kavramsal tartışmalar, büyük olasılıkla anlaşmazlıkların ve rekabet halindeki kuramların çeşitliliğine dair abartıların da temel nedenidir. Oysa pratikte, sosyolojide rekabet halinde olan kuramların sayısı hem nispeten azdır hem de bu kuramlar arasındaki tutarlılık ve tamamlayıcılık sanıldığından daha fazladır.
Belli bir kuramsal perspektif içinde geliştirilen kavramlar, doğal olarak farklı kuramsal anlayışlar tarafından da kullanılabilir. Örneğin yabancılaşma kavramı başlangıçta, emeğin doğasını daha anlaşılır kılmak niyetiyle Karl Marx tarafından geliştirilmiştir. Ancak kavram bir yüzyıl sonra yeniden gündeme getirilmiş ve endüstri sosyologları tarafından özgün Marxist kuramsal bağlamından kopartılarak, işçilerin çalışma ortamı hakkındaki algılarını belirlemek amacıyla kullanılmıştır. Süreç içinde kavram değiştirilmiştir. Her ne kadar bazı Marxistler itiraz etse de kavramın değiştirilmiş versiyonu bize farklı işyerlerinin ve yönetim sistemlerinin işçilerin yaşamlarını nasıl etkilediğiyle ilgili çok değerli bilgiler vermiştir.
Kaynakça
G. Anthony, S. Philip W. (2020). Sosyolojide Temel Kavramlar. Çev. Ali Esgin. Phoenix.
G. Anthony, (2008). Sosyoloji. Yay Haz: Cemal Güzel, İstanbul: Kırmızı Yayınları.
O. Özer, (1991). Toplumbilim, 7. Baskı, İstanbul: Cem Yayınları.
[1] Auguste Comte (1798-1857), Karl Marks (1818-1883), Emile Durkheim (1858- 1917) ve Max Weber (1864-1920).