Basında çıkan yazıları taradığımızda Çin’de koronavirüs karantinasında kalan çiftlerde boşanma başvuruları ve aile içi şiddette geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde 300 artış gösterdiği görülmekte. Bu durumu farklı yönlerden değerlendirmek mümkün çünkü Çin’de yapılan başka bir istatistik ise boşanmak isteyip boşanmadan vazgeçen çiftlerin olduğunu da söylüyor. (Selç[email protected]) Bu da karantinanın iyi yanına işaret. Sokağa çıkma yasağının ardından evlerine kapanan çiftlerin farklı tutumlar gösterdiği aşikâr. Anlaşılan o ki sürekli yüz yüze kalmak, bazı çiftlere iyi gelirken bazı çiftlere iyi gelmiyor. Bulut’un haberi şöyle devam ediyor: “Çiftler aynı evde yaşamaya başlayınca haliyle sıkıntılar da baş göstermeye başlamıştı. İnsan psikolojisi bu, bir şeyi, kişiyi çok fazla gördüğünde ona karşı istemsizce bir tepki geliştiriyor. Haliyle kavgalar, anlaşmazlıkla artıyor.”
İnsanların aynı olay karşısında gösterdikleri tepkiler farklıdır. Ülkemizde de yaşanan koronavirüs salgını tehlikesinden sonra “Evde Kal Türkiye” sloganını yaşam şeklimiz haline getirip evde oturmaya başladık. Çin’de yaşanan boşanma artışının aynı şekilde ülkemizde de yaşanmaması için kişisel farkındalıklarımızı artırmamız gerektiği kanaatindeyim. Her zaman krizleri fırsata dönüştürmek mümkün. Kriz anlarında kişilerin gösterdikleri tepkiler, tüm aileyi etkilemektedir. Bu durum sağlıklı, sağlıksız iletişim ve ilişki biçimlerimizi gözden geçirmek için bir fırsat olabilir. Yarım kalmış işlerimizi tamamlamak, ertelediğimiz kitap ve filmleri izlemek içinde bir fırsat olduğu gibi. Tabii ki neleri okuyup seyrettiğimize dikkat etmek şartıyla.
İnsanlar birbirlerinden etkilenebilen varlıklar. Yine bir araştırma, Çin’de 1972 yılına kadar boşanmanın %0 olduğunu gösteriyor. 1972’den sonra ise televizyonların evlere girmesiyle boşanmada hızla artan bir grafiğe sahip oluyor. Amerikan dizi filmleriyle tanışan Çinliler, hızla boşanmaya başlamış. Dizi ve filmlerin verdiği mesaj “aşk yoksa evlilik biter, devam edemez” olunca bütün dünyayı saran Hollywood aşklarının verdiği tahribat, tıpkı koronavirüs gibi olmuştur, diyebiliriz. Televizyon dizilerinin vizyon verdikleri aşikâr. Küreselleşmeyle zamanın ruhu olan internet tıpkı rüzgâr gibi dünyayı dolaşmakta. Rüzgâr dünyayı nasıl kuşatıyorsa, internet ağları da dünyamızı öyle kuşatıyor. Herkesi birbirine görünmez ağlarla bağlayan internette dolaşan bireyler, olumsuz haberleri okudukça koronafobi geliştirmeleri mümkün. Korku insanın zihnini hapsederse, doğru kararlar vermesini engelleyebilir. Korkan insan, çabuk öfkelenebilir. Bu durumda insanın sözlü veya fiziksel şiddete başvurması kaçınılmaz olabilir.
Her tür şiddetin aileleri olumsuz etkilediği bilinen bir gerçek. Özellikle evlere kapandığımız şu sıralar olumsuz haberlerden uzak durmamız ruh sağlığımız açısından önemli. Paylaşılan ortak deneyimler insanları birbirine daha da yaklaştırır. Karşılıklı empati kurmamızı sağlayabilir. Salgın dolayısıyla 65 yaş ve üstüne sokağa çıkma yasağı getirerek onları koruma altına alışımız gibi. Bu durum ülkemizde yaşlılara verilen değeri hatırlattı. Bazı değerlerimizi unutmaya başladığımız bu günlerde salgın bize birçok mesajlar veriyor. İlişki biçimlerimizi gözden geçirmemiz için fırsat olan şu günlerde elimizden düşmeyen akıllı telefonlar yüzünden aile bireyleri sağlıklı iletişimden mahrum kalabilir. Evde birlikte vakit geçirmek yerine, kişiler sosyal medyada sörf yapmayı seçebilirler. Eşlerine yalnızlık ve değersizlik duygusunu aşılayabilirler. Oysa sağlıklı aile olmanın gerekliliği sağlıklı iletişimden geçer. Aile kurumunun evrenselliği, insanlar için taşıdığı önem ve değer, mutluluk ve üzüntülerinin hatta gelecek beklentilerinin paylaşıldığı temel bir yapı olmasından kaynaklanmakta.
Aile, korunmak zorunluluğu olan ve hiçbir toplumda vazgeçilmemesi gereken sosyal bir yapıdır. Ailesiz hiçbir toplumun olmadığını düşünürsek özellikle dini metinlerde de geçen Âdem, Havva ve onların çocuklarıyla başlayan aile yapılanması günümüzde hala devam etmektedir. Bu bağlamda, “Allah’ın yaratmada münasip görmediği tek şey yalnızlıktır” denebilir. (Svendsen,2018,17) Kolektif hafızamıza yerleşen “Yalnızlık, Allah’a mahsustur” sözü, insanın ruhsal çöküntüsüne sebebiyet veren yalnızlığın, fıtrat dışı bir yaratım olduğuna ve meşru evliliğin toplum tarafından da teşvik edildiğini göstermektedir. Aslında insan tek başına hayatını sürdüremeyen bir varlıktır. Doğduğu andan itibaren bu hakikatle karşı karşıya kalır. İnsan ancak kendisinden başka birisi daha olduğunda, kendini anlamlandırabilen ve konumlandırabilen bir varlıktır. Hepimizin içinde, başkalarına ihtiyacımız olduğu için bizi başkalarına iten aynı zamanda tek başına kalmaya gereksinim duyduğumuzda, bizi başkalarından uzaklaştıran, fıtrattan gelen birbirine zıt, ikili bir yapımız vardır. Hem yalnız kalmak isteriz hem de başkaları olmadan yaşayamayız. Yalnızlık kendimiz hakkında, dünyadaki yerimiz hakkında bize çok şey anlatır. Hepimiz bu duyguyu biliriz ama hepimiz onu aynı şekilde tecrübe etmeyiz. (Svendsen,2019,16) Kimilerine göre “Yalnızlık en iyi dosttur” kimilerine göre “öldürücü bir duygu.”
Yalnızlık kavramını tek başına olmakla eş değer tutanlar vardır. Ya da tek başına olmakla yalnızlık kavramını farklı yorumlayanlar. Yalnızlık duygusu başlı başına nötr bir duygudur. Kişiden kişiye değişir. Bu duygu negatif veya pozitif bir duygu olabilir. Kişi, fiziksel olarak diğer insanlarla çevrelenmiş olsa da hayal kurduğunda, düşünceye daldığında, bir şeye yoğunlaşıp öğrenmek istediğinde tek başınalık halindedir. Negatif yalnızlığa dönüşmediği müddetçe kişi bazen tek başına kalmak istemekte. Negatif yalnızlık, duygu durumu melankoliye sebebiyet verdiğinde kişinin psikolojik destek alması kaçınılmazdır. Buradaki tek başınalık, kişinin yalnızlık hissinin olumsuz duygularıyla baş edememesinden kaynaklanmaktadır. Salgın bize küresel ölçekte yalnızlığın istenmeyen tüm boyutlarını göstermiştir denebilir.
Ülkemizde iş hayatının yoğun temposundan şikâyet eden çiftlerin, evlere kapanınca nasıl tepki verecekleri de merak konusu. Çiftler uzun süre birlikte yaşama becerisi geliştirememiş olabilirler. Covid-19 salgını sayesinde bu çiftler birbirlerini test edeceklerdir. Salgın sonunda ya boşanmalar artacak ya da çocuk sayısı. Bu durum an itibarıyla gözlemleyebildiğimiz bir durum değil. Kısaca koronavirüs krizi bizi, yaşam şeklimizi değiştirmeye zorladı. Ne kadar süreceği de belli değil. Hayat normale döndüğünde yaşanılan bu sürecin bizlerde ne tür değişikliklere sebep olduğunu hep beraber yaşayıp göreceğiz. Travmaya sebep olacak süreçlerden geçiyoruz. TSSB vakaları ve aile içi iletişim bozuklukları da artabileceğinden psikolog ve aile danışmanlarına çok iş düşeceğe benziyor.
Yazan: Mürüvvet Çalışkan
Kaynak: BULUT, Selçuk, Haber yazısı: Corona virüs Çin’de boşanmaları neden arttırdı?
SVENDSEN, Lars, (2019) “Yalnızlığın Felsefesi” (Çev: Murat Erşen), Redingot Kitap, İstanbul, 3. Baskı.