Waiting For Superman (Süpermen’i Beklerken) adlı belgeselde, Amerikan eğitim sisteminin aksayan yönleri eleştirisel bir bakış açısıyla ele alınmış ve çözüm yolları aranmıştır. Belgeselde iki temel unsurun eğitimle ilişkisi incelenmiş: Eğitime harcanan para ve öğretmenlerin yetkinliği.
Mürüvvet Çalışkan
İlk olarak Amerika’da devlet okullarına harcanan bütçenin çok yüksek olmasına rağmen eğitimde fırsat eşitliliği sağlanamadığı ve başarı oranlarının çok düşük olduğu vurgulanmıştır. “İyi bir eğitim maliyetli mi olmalıdır?”, “Eğitimde fırsat eşitliği parasal güçle mi değerlendirilmelidir?” gibi sorulara cevaplar aranırken ve maddi gücü olan kişilerin daha iyi bir çevrede yaşayıp daha iyi okullara gidip daha iyi bir eğitim aldığı sonucuna varılmış. Filmde eğitimde fırsat eşitliliğinin olmadığı, iyi okulların kapasitelerinin yetersiz ve sayılarının az olduğu vurgusu yapılmıştır. İkinci temel unsur olarak öğretmenliğin yetkinliği ve nitelikli öğretmenlerin iyi bir eğitimdeki rolü incelenmiş; başarısız öğretmenlerin başarısız bireyler yetiştirdiği, gerçek hayattan örnekler verilerek gözler önüne serilmiştir. Amerikan eğitim sistemindeki en büyük problemlerden biri olarak nitelikli öğretmenlerle niteliksiz öğretmenleri ayrıştırıcı bir mekanizmanın olmadığı gösterilmiştir. Ayrıca bu belgesel ABD’deki eğitim sisteminin sorunlarını ve bu sorunların üstesinden gelmeye çalışan bir grup öncü insanı da konu edinmekte.
Dünya’nın her yerinde, geçmişte ve gelecekte kısaca her dönemde eğitimde var olan aksaklıkların farkına varan ve çözüm yolları arayan kişiler olmuştur, olmaya da devam edecektir. Bunun sebebi teknolojiyle doğru orantılı olarak değişen kolektif hafızadır. Kısaca teknolojik gelişmeler değiştikçe ve geliştikçe toplumlar da değiştiği için eğitim sistemleri de değişmeye devam edecektir. Eğitim tarihine baktığımızda, iki farklı eğitim anlayışının geliştiğini görürüz. Biri toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için toplumdan yola çıkarak eğitimin toplumsal yapı içerisindeki rolü, diğeri bireyden yola çıkılarak eğitim sürecinde bireyin çevreyle kurduğu ilişkidir.
Belgeselde, yeni bir eğitim anlayışı geliştirilmesinin yanında öğrenci merkezli, öğrenciyi eğitimin öznesi yapan bakış açısının da gerekliliği savunulmaktadır. Geçmişte okullardaki eğitim sistemlerinin, idealizm ve realizmin doğurduğu esasicilik ve daimicilik modellerinin getirdiği, öğrenci merkezli bir anlayış yerine öğretmen merkezli eğitimlerin ve koşullanmaların hayata uyum sağlamakta bıraktığı bozukluklar, zorluklar ve öğrenme adına getirdiği yetersizlikler eleştirilmektedir. Belgeselde çözüm olarak basit değişiklikler yapılarak büyük adımların atılacağı ve başarıların sağlanacağı istatiksel verilerle somut olarak gösterilmektedir. Aynı zamanda basit değişikliklerin eğitim alanında ve sosyal yaşam ve standartlarında ne denli önemli olduğu izleyicinin bilgisine sunulmaktadır.
Ayrıca belgeselde Amerikan eğitim sistemindeki en büyük problemin “öğretmeyen ve/veya öğretemeyen” öğretmenlerin sistemin dışına çıkarılmasının hemen hemen imkânsız olması vurgulanmaktadır. Bu sıkıntı sadece Amerika’da değil Türkiye’de de vardır. Belgeselde anlatılan diğer büyük problem “iyi okulların” kapasitelerinin yetersiz ve sayılarının az olmasıdır. Bu sıkıntı sadece Amerika’da değil, Türkiye’de de mevcuttur.
Ülkemizde de eğitim sistemimizi eleştirel, objektif bir bakış açısıyla değerlendirecek bir belgesel hazırlamış olsaydık, Amerika’da bulunan problemlerin aynısıyla karşı karşıya olduğumuzu anlardık.
Kısaca belgeselde vurgulanan tüm hususları değerlendirdiğimizde Türkiye için de geçerli olduğunu görürüz. Türkiye’nin eğitim/öğretim problemleri ile Amerika’nın eğitim/öğretim problemleri hemen hemen aynıdır. Dolayısıyla çözüm ve çözüm önerileri de aynı olacaktır. Bunun altında yatan sebebin ise ABD ile imzaladığımız Fulbright eğitim anlaşması olması kuvvetli ihtimaldir.
Fulbright Programı, Amerikan Kongresi tarafından 1946’da 2. Dünya Savaşı bitiminde eğitimsel ve kültürel değişim yoluyla ülkeler arasında ortak bir anlayış geliştirmek için oluşturulmuştur. Bu yasanın fikir babası olan Senatör J. William Fulbright, bu programı silahlı çatışmaya karşı atılan bir adım olarak görmüştü. Fulbright Programı, Türk ve Amerikan hükümetlerinin, özel ve devlet eğitim kurumları ile ortaklaşa yürüttüğü bir programdır. Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu yönetimi, Yönetim Kurulu ve Genel Sekreterlikten oluşmaktadır. Komisyonumuzun Yönetim Kurulu üyeleri, Türk ve Amerikan Hükümetleri tarafından atanmakta ve bu üyeler her iki ülkeyi temsil etmektedirler. Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu’nun idari ve akademik programları ile faaliyetleri Genel Sekreterlik tarafından yürütülmektedir. Komisyonun merkez ofisi Ankara’da olup, İstanbul’da da bir irtibat ofisi bulunmaktadır. Komisyon, 1949 yılında Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında imzalanan bir anlaşmanın ardından, TBMM’den 1950 yılında çıkarılan 5596 sayılı yasa çerçevesinde Türkiye’de de faaliyete başladı. Komisyonun bütçesi Türk ve Amerikan hükümetlerince ortaklaşa karşılanıyor. Ayrıntılı bilgi için: http://www.fulbright.org.tr/
Son olarak eğer Türk eğitim sisteminin başarılı olmasını istiyorsak eğitim felsefemizi Amerikan eğitim sisteminin başarısızlıklarından ayrıştırarak kendimize özgü bir anlayış ile tasarlamalıyız. Aksi takdirde Türk eğitim sistemi de başarısız olmaya mahkûm olacaktır. “Süpermen’i Beklerken” belgeseli ABD ile ilgili pek çok ön yargıyı yıkmasının yanında özellikle eğitim alanında “ABD’yi neden örnek almamalıyız?” sorusunun cevabını da gözler önüne sermektedir. Gençler bir ulusun geleceği demek değil midir? Türkçe bilim dili haline getirilmediği müddetçe, gençlerimiz bilim üretemediği sürece, bilgiyi transfer edip gençlerimize aktarmaya devam edeceğiz.