Bundan tam 66 milyon yıl önce, Meksika yakınlarındaki sığ bir denize devasa bir astroid (gök taşı) düştü. Gök taşının denize hızla çarpmasının etkisiyle deniz dibinde yaklaşık 90 mil genişliğinde bir krater oluştu. Bu yeni oluşan kraterin sınırları dağlara kadar ilerledi. Çarpmanın etkisiyle ortaya çıkan yüksek ısının da etkisiyle yer altındaki kaya ve cam damlacıkları büyük bir hızla dünyanın muhtelif yerlerine savruldu.
Bilim insanları, Antik balık fosilleri üzerine yaptıkları araştırmalarda balıkların yüzgeçlerinde siyah cam damlacıklarının olduğunu far ettiler! Demek ki gök taşının denize sür’atle çarpmasının etkisiyle ortaya çıkan dev dalgalar bu hayvanları denizden kuru topraklara doğru fırlattı. Arkasından çok daha büyük dalgalar onların toprağın diplerine doğru gömülmelerine sebep oldu.
Kuzey Dakota’da bilim insanları yaptıkları son çalışmalarla bu antik balıkların fosillerini ortaya çıkarmayı başardılar: Bu başarı paleontologlar arasında müthiş bir heyecan uyandırdı. Bilim insanlarının bu keşfi geçtiğimiz günlerde Ulusal Bilim Akademisi Bildirileri arasında yayınlanan bir raporla kamuoyuna duyuruldu. Bu rapora göre astroidin denize düşmesinden sonraki ilk dakikalarda veya saatlerde denizin içindeki tüm balıklar ölmüş olmalıydı.
Kraterlerin dünyaya çarpması sonucu ortaya çıkan gelişmeler ve değişiklikler konusunda araştırmalar yapan Pennsylvania Eyalet Üniversitesi paleoceanograflarından Timothy Bralower’a göre insanlık birgün “dinozorların öldüğü güne geri dönecek”. Ayrıca Brolowar’a göre gök taşının etkisiyle bazı canlı türleri de yok oldu.
K-Pg ya da KT nesli olarak da bilinen Kretase-Paleojen de yok olan canlı türleri arasında. Her dört canlı türünden yaklaşık 3’ü yok oldu. Katil astroid en meşhur canlılardan sayılan dinozorları da yok etti. T-rex ve triceratops olarak da bilinen bu canlılar, dinozorlardan başkası değildi. Çarpmanın etkisiyle tatlı su ve deniz canlıları da dahil olmak üzere planktonların yüzde 93’ü yok oldu. Çeşitli bitkiler ve mikroorganizmalar mağdur oldular. Bugün sadece Dinozorların tek bir üyesi yaşamaktadır yani kuşlar.
Gök taşının Meksika’daki sığ denize düşmesi ile ilgili 40 yıllık araştırma sonuçları, dinozorların yok olmasıyla ilgili en makul açıklama olarak kabul edilen astroitler ve yok oluş teorisini desteklemektedir. 1970’lerin sonunda, Berkeley’deki California Üniversitesi’nde baba-oğul çalışan bilim insanları Luis ve Walter Alvarez, Kretase ve Paleojen dönemleri arasında olağandışı bir jeolojik katman incelediler. İlgili sınır hattı, yerkabuğunda nadir görülen ancak asteroitlerde olmayan iridyum elementiyle doluydu . Walter Alvarez, bu yeni çalışmanın yazarlarından biridir.
Bu araştırmanın diğer yazarlarından biri olan Robert DePalma da yaptığı açıklamada, Hell Creek fosillerinin , K-Pg sınırında yaşayan “bu büyük organizmaların herkes tarafından da anlaşılacağı gibi gök taşının çarpmasıyla gerçekleşen ilk toplu ölüm topluluğunu” temsil ettiğini söylüyor.
Kansas Üniversitesi’nde doktora öğrencisi olan DePalma, 2013 yılında Kuzey Dakota’daki Hell Creek formasyon alanında kazı yapmaya başladı. Belirli bir süre diliminde yapılan çalışmalarda DePalma ve diğer paleontologlar bulmuş oldukları mersin balığı ve çok dişli mersin balığı fosil yığınlarının solungaçlarında fosilleşmiş cam kırıntıları buldular. Ayrıca amonit denilen kalamar benzeri hayvanlar, köpekbalığı dişleri ve mosasaur denilen yırtıcı su kertenkelelerine ait kalıntılar da bulundu. Ölü memeliler, böcekler, ağaçlar ve bir triceratops (otobur bir dinazor türü) fosili, uzun fosil tüyleri, dinozor izleri ve tarih öncesi memeli yuvaları buldular. Cam kürelerinin yanı sıra amber adı da verilen fosilleşmiş ağaç yığınları keşfettiler.
Bralower, çalışmaların yapıldığı alanda hala Gök taşının çarpmasının kalıcı izlerinin ve işaretlerinin bulunduğunu; bunlar arasında boncuk şeklinde cam parçacıkları, çok sayıda iridyum elementleri, fosil birikintileri ile jeolojik tabaka üzerinde eğrelti otları bulunduğunu, tüm kanıtların toparlanan bir eko-sistemin işaretleri olduğunu ve bu olanların tek kelimeyle büyüleyici” olduğunu ifade etti.
1990’ların başında araştırmacılar, asteroit çarpmasının etkisi ile yerkürede oluşan yarayı, Yucatan Yarımadası’nda bir krater olarak buldular. Çarpmanın etkisiyle oluşan bu kratere isim olarak yakındaki Meksika kasabası Chicxulub’ın ismi verildi. Chicxulub kelimesinin anlamı Meksika dilinde çarpma etkisi ve “öldürme mekanizmaları” anlamlarına gelir. Çünkü göktaşının dünya yüzeyinde bir yere çarpması gezegenimizi ağır metallerle zehirlemiş, okyanusu aside çevirmiş, dünyayı karanlığa büründürmüş veya ateşe vererek küresel bir yangın fırtınası koparmış olabilir. Sarsılarak kapağı aniden açılmış gazoz kutuları gibi volkanları aniden tetikleyerek patlatmış olabilir.
Hell Creek, Chicxulub kraterine 2,000 milden fazla uzaklıkta. Ancak tektitler olarak adlandırılan cam boncuk parçacıkları kraterin çarpmasınının etkisiyle çarpmadan 15 dakika sonra Hell Creek semalarından yağmur gibi bölgenin üzerine yağdı. Bu çalışmayı yapan yazar Jan Smit, Amsterdam’daki Vrije Üniversitesi’nde, K-Pg sınırında keşfedilen iridyumun ilk keşfini yapan paleontolog oldu.
Çarpışma zamanında balıklar çarpmanın etkisiyle derinlerdeki çamura sıkışınca adeta çamurdaki çiçekler gibi bastırılmış olup böylece korunarak günümüze kadar fosilleşerek gelebildiler. Bralower, böyle önemli bir olayın “Pompeii’den sonra insanların kül içinde gömülü yaşamlarını ve ölüm anındaki pozisyonlarını bulmak kadar önemli bir olay olarak gördüğünü ifade etti.
Dinozorların zamanında, Hell Creek bölgesi bir nehir vadisiydi. Nehir, Arktik Okyanusu’nu tarih öncesi bir Meksika Körfezi’ne bağlayan iç denizlere beslenir. Araştırmayı gerçekleştiren yazarlara göre asteroit çarptıktan sonra, 10 ila 11 büyüklüğündeki depreme sebep oldu ve sismik dalgalar denizde dev dalgalanmalar meydana getirdi. Tabi ki bu bir tsunamiye değildi, bu dalgalanmalar 30 metreye ulaştı ve nehir vadisini su, çakıl ve kum ile adeta boğdu. Bu durumu Tektittes olarak bilinen kaya ve cam yağmuru izledi. Şiddetli Tektites yağmuru tortulu bölgede küçük huniler oluşmasına neden oldu.
Ben Guarino
Çeviri: Halil İbrahim İşbilici
Kaynak: https://www.washingtonpost.com/science/2019/03/29/