Düzen her ne kadar eril usu ön plana çıkarmaya çalışsa da bir kadının da pekala bilim yapabileceğinin pek çok kanıtı mevcuttur. Örneğin milattan önce dördüncü yüzyılda görünmez olmayı kabullenmeyen, her daim düşünmeyi ve sorgulamayı ön planda tutan Hypatia.
Gazel Han yazdı.
İçinde bulunduğumuz dünyada insanın dokunduğu her alan cinsiyet ayarlı biçimde inşa edilmiştir. Düzeni inşa eden cinsiyet kodları elbette uzun yıllar içerisinde oluşmuştur. Topluma yön veren kişilerin de bu türden öğretileri pekiştirmesiyle eril gücün devrilmesi imkansız hegemonyası meşruluk kazanmıştır. Bu bağlamda bilimin de bir cinsiyetinin olup olmadığı sorusu oldukça doğaldır. Günümüze kadar her dönemde bilimsel olan ve eril olan yan yana anılmıştır. Bu bağdaşıklığın sebeplerini açıklarken sık rastlanan bir yol olan biyolojik indirgemeciliktense durumun içerdiği girift ilişkilere ve aktörlerine değinmek gerekir. Bilimin cinsiyetinin olup olmadığı sorusuna günümüzden çok uzak tarihlerde yaşamış olan Hypatia’nın hikayesi oldukça önemli yanıtlar verir.
Kadının Her Dönemde Özneleşme Mücadelesi
Milattan önceki devirlerden tutun günümüze kadar kadın; bilim, sanat, din ve ticaret gibi her alanda özneleşme mücadelesi vermiştir. Kamusal alanda gerçekleştirilen bütün eylemlerin erkek egemen söylem ile üretilmiş olması, kadınlara kendilerini gerçekleştirebilecekleri alan tanınmaması özneleşme probleminin temelini atmıştır. Bu bağlamda kadın hangi alanda yeşermeye çalışsa bir biçimde erkeğin bir uzantısı olarak görülmüştür. Bilim bu alanlardan yalnızca bir tanesidir. Bilimle alakadar olan kişilerin genellikle erkek olması alanın erilliğini açıklamada bir etken olsa dahi tek başına bakıldığında yeterli bir argüman değildir. Bahsi geçen sayısal üstünlük bilimdeki erilliğin sebebi olmaktan ziyade sonucudur. Kadınların bu mücadelesinin temelini oluşturan sorun toplumsal cinsiyet algısıdır. Bu algı tamamıyla kadını kamusal alandaki faaliyetlerden dışlamayı amaçlar. Bir nevi kadına görünmez olmayı dayatan bu sistemin köşe taşları Antik Yunan’a kadar dayanmaktadır. Düzen her ne kadar eril usu ön plana çıkarmaya çalışsa da bir kadının da pekala bilim yapabileceğinin pek çok kanıtı mevcuttur. Örneğin, milattan önce dördüncü yüzyılda görünmez olmayı kabullenmeyen, her daim düşünmeyi ve sorgulamayı ön planda tutan Hypatia.
Yale İngiliz Sanatı Merkezi, Paul Mellon Koleksiyonu
Hypatia’nın Hayatı
Astronomiye olan tutkusu ile bilinen Hypatia, 360-415 yılları arasında İskenderiye’de yaşamıştır. Babası matematikçi Theon of Alexandria, Hypatia’ya geometri ve matematik derslerini bizzat vermiştir. Zamanla bilim ve felsefe gibi erkek egemen alanlarda kendini kanıtlayan filozof, ünlü matematikçilerin akıl danıştığı bir problem-çözücü haline gelmiştir. Özellikle gök cisimlerinin sınıflandırılması, sıvıların yoğunluk derecesinin tespit edilmesi ve hidrometre’nin bulunması gibi konularda Hypatia’nın katkıları yadsınamaz ölçüdedir. Filozof, İskenderiye kütüphanesinin Platon Okulu’nda Pagan, Hristiyan ve Yahudi ayırt etmeksizin her inançtan öğrenciye ders vermiştir.
Hyapatia’nın yaşadığı dönem içerisinde İskenderiye kültür, ticaret ve bilim gibi alanlarda oldukça gelişmişti. Pek çok çeşitli alanda bu denli üretim içerisinde olan kentte Hristiyanlığın yükselişi Pandora’nın Kutusunun açılması gibi bir dönüm noktasını işaret eder. Paganların, Yahudilerin ve Hristiyanların ortak yaşadığı bu kentte dini çatışmaların çıkması uzun sürmemiştir. Hristiyanların bilim ve öğrenimi putperestlik olarak nitelendirmesi belirli filozofları da hedef tahtası haline getirmiştir. Bu kişilerden en önemlisi elbette her daim düşünme hakkını savunan Hypatia’dır. Hristiyanlar ve geri kalanlar arasında çıkan bu çatışmalarda Hypatia politik bir cinayetin kurbanı olmaktan kaçamamıştır. Bağnaz düşüncenin hızla yayıldığı, bilime ve mantığa hiddetle karşı çıkılan bu dönemde Hypatia, son nefesine kadar sorgulamaktan vazgeçmemiştir.
Günümüz Toplumsal Cinsiyet Algısında Antik Çağ Filozoflarının Rolleri
Hiçbir kamusal alanda kendine yeterince yer bulamamış, öteki konumuna itilmiş olan kadının neden öteki olduğunu anlamak önemlidir. Kadının neden bu konuma layık görüldüğünü anlamak için; konu bağlamında Aristotales ve Platon gibi düşünürlerden bahsetmek gerekir. Bahsi geçen düşünürler; Hypatia’nın da örnek aldığı, metinlerini yorumladığı ve okullarında okuduğu Batı felsefesinin temellerini atan kişilerdir. Batı felsefe geleneğine bakıldığında, rasyonalite kavramı kadınlarda az bulunan, erkeklere özgü bir özellik olarak nitelendirilir. Bu varsayımdan yola çıkılarak erkeğin üstün varlık olarak kabullenildiği, kadınınsa onun bir uzantısı halinde yaşadığı bir yapı tasarlanır. Aklı, kültürü, düşünmeyi ve uygarlığı temsil eden eril kişi, özerk bir varlık olamayan kadını irrasyonel olarak görür. Aristotales’in perspektifinden bakıldığında, bir tarafın diğer taraf üzerinde egemenlik kurduğu karşıtlıkları devam ettirdiği görülür.
Aristoteles’e göre nasıl ruh beden üzerinde egemense akıl duygu üzerinde, erkek de kadın üzerinde egemendir.
Saf aklı merkeze alan ve bunun sadece erkeklerde rastlanan bir özellik olduğunu savunan filozof, onu yeryüzündeki neredeyse her şeyden üstün tutar. Bu bağlamda erkek zihni öylesine yüceltilir ki ideal bir erkek bedeni olarak varsayılan Apollonien’den dahi üstün kabul edilir.
Bir başka örnek olarak Platon’un mağara mitine bakıldığında mağaradan çıkan ve gerçekleri gören kişi erkektir. Bu sebeple söz söylemek yine erkeğin himayesindedir. Radikal bir feminist olan Irigaray’a göre Platon’un devleti tek cinsiyetli bir erkek devletidir. Kadınları kapsayıcı hiçbir özellik barındırmaz. Kadınlar ancak erkek özelliklerine sahip oldukları sürece yönetici vasfına erişebilirler. Bu dayatmaların karşısında edilgen ve duygusal bir zihne sahip görülen kadın ise erkek karşısında daima aşağılanır.
Nicolas Poussin, Sabinlerin Kaçırılması, 1637–1638, Louvre Müzesi
Bütün bu kavramların ve dayatmaların resmiyet kazandığı nokta ise Hristiyan toplulukların bu düzeni sorgulamadan ve bağnazlaştırarak devralmasıdır. Artık kadının karşısında sadece kişiler değil düşünceyi yayma hususunda daha sistematik yapılara sahip topluluklar vardır.
Kadın Rastlantısal Bir Varlık mıdır?
Uygarlık ve kültür üretme sürecinden dışlanan kadın, Simone de Beauvoir’in ikinci cinsiyet kitabında da bahsettiği üzere erkeğin “öteki”si olarak görülmüştür. Beauvoir, kadının erkeğe referansla tanımlandığını ve hiçbir zaman özsel değil, rastlantısal olduğunu ileri sürmüştür. Yaptığı tespitlerle Beauvoir, çağdaş feminist teorinin temellerini de atmış olur. Kadınlık ve erkekliğin böyle sembolik kalıplarla sınırlandırılmaya çalışılması uzlaşmaz karşıtlıklar diyalektiğine dönüşür. Bu tür karşıtlıkların gün geçtikçe toplumlara sirayet etmesi ve derinlere inmesi sonucu yıkılması oldukça zor olan normlar yaratılır. Kadın olmayı negatif bir şey olarak tanımlayan bu sembolik düzen kadının kamusal her alanda erkek figürlere benzemeye çalışması gibi sorunlu bir duruma da yol açmıştır.
Söylenebilecek olan her şeyin zaten erkekler tarafından söylendiği sanrısında olan eril güç henüz kadının elinin dahi değmediği alanların olduğunun farkında değildir. Akla gelebilecek olan sanat, bilim, felsefe ve diğer bütün alanlarda eril dil hakimdir. Öncelikli olarak bu eril dilin yapı-bozuma uğraması ve kadınların kendi sözlerini üretmeleri gerekir. Böylelikle kadının dışlandığı, öteki olarak görüldüğü tüm alanlarda yeni atılımlar gerçekleşebilir. Günümüze değin süren bu erkek egemen düzende kadınlara sağlanacak ufak bir pozitif ayrım dahi çok büyük açılımlar yaratabilir.
Kaynaklar