“Eğer bir zerreyi (atomu) kesersen ortasında bir güneş bulursun. O güneşin etrafında ise durmadan dönen gezegenler bulursun.” (Celalettin Rumi, Mesnevi)
Var olmaya veya varoluşa gönderme yapan varlık sözcüğü hem felsefenin hem de birçok bilim dalının konusunu olmuştur. Felsefi düşünce bu sorgulamada varlık sorununa farklı bakış açıları ile yaklaşırken bilimsel düşünce buna sistematik yaklaşmayı tercih eder. Felsefede varlık “soyut” ve “düşünsel” boyutta incelenirken biyolojide “somut” ve “maddi” anlamda ele incelenmektedir. Bilim, varlığın var olduğunu baştan kabul etmektedir. Ancak felsefede tartışma “Varlık var mıdır?” sorusuyla başlar. Aslında felsefede varlık sorunu evreni açıklama çabalarıyla başlamıştır. Varlığın olup olmadığı, bilinip bilinemeyeceği gibi sorularla uğraşıp bunları kendi içinde tutarlı biçimde cevaplayan felsefe, varlık problemini bir yöntem dâhilinde değil de saf düşünme ve akıl yoluyla cevaplamaya çalışmakta, varlığı bütüncül olarak ele almaktadır.
Felsefede varlığın olmadığına dair iki görüş bulunmaktadır: Nihilizm ve Taoizm. Bunlardan Nihilizm, diğer anlamıyla “hiççilik/yokçuluk” Latincede “hiç” anlamına gelen “nihilio” sözcüğünden türemiştir. Nihilizm, varlığı her şekliyle şüphe ile karşılayarak yok saymaktadır. En önemli savunucularından birinin Nietzsche olduğu düşünülse de onun Güç İstenci eserinde, nihilizmi sonuna kadar yaşadığını hatta onu aştığını söylemek mümkündür. Nietzsche’ye göre toplumdaki tüm bireylerin var oluş nedeni “üst-insan“a ulaşmaktır. Üst insan köle ahlakından özgürleşmekle mümkün olur. Köleler gerçek yaşamdaki güçsüzlüklerini unutmak için bir ideale veya bir kurmacaya gereksinim duyarlar. Hiçlik istemi olan nihilizm, idealist bir yadsıma mantığından kaynaklanmakta, yaşamı, sanat aracılığıyla, “özgür düşünce” olarak doğrulayacağına bilinç adına yadsımaktadır.
Taoizm ise bugünkü Çin’e ait topraklarda ortaya çıkmıştır ve temeli Laozi‘nin eseri Tao Te Ching’e dayanmaktadır. Bu inanca göre döngüsellik ilkesiyle her şey Tao’ya dönüşmekte, Tao da tekrar her şeye dönüşmektedir. Hareket ve değişim, Yin ve Yang karşıtlarıyla başlamaktadır. Yin-Yang ilkesine göre her şey karşıtıyla vardır ve hiçbir şey mutlak değildir, her şey birbirine dönüşür.
Felsefede varlığın var olduğunu kabul edip onun ne olduğuna dair değişik fikirler öne sürülmüştür. Varlığın özü kimine göre enerji, kimine göre madde kimine göre ise sudur. Örneğin, Herakleitos’a göre varlık, oluştur; nesnelerin kendisinden gelip, kendisine gittikleri ilk madde olan ateştir. Thales’e göre ise var olan her şeyin ilkesi (arkesi) ve temel doğası sudur ve varlıklar sudan türemişlerdir (Denkel, 1998: 12-15). Öte yandan Sokrates, Platon, Spinoza ve Hegel gibi filozoflara göre varlık tinsel bir şeydir, bir tür ruhtur, kavramdır, ideadır, akıldır, ustur. Maddi olan şeyler gelip geçici birer görünüştür. Başka görüşlere göre ise varlık ya maddedir ya da madde ve ideadır. Son olarak ünlü düşünür Descartes varlığın beden ve ruh, beyin ve kalp, madde ve mana, tin ve özdek şeklinde düalist bir yapıda olduğunu ileri sürmüştür.
İkili Karşıtlıklar Sisteminde Varlık: Canlılar ve Cansızlar
Varlığın olup olmadığı veya ne olduğuna dair ön kabullerden sonra, varlıkların “canlı” ve “cansız” olarak kategorileştirilmesi yoluna gidilmiştir. Hayvan, bitki ve inorganik dünya olarak üçe ayrılan doğadaki cisimler, ilk kez 1778 yılında Lamarc tarafından canlılar ve cansızlar olarak ikiye ayrılmıştır. Aristotelesçi ikili değerli karşıtlıklar mantığına dayanan bu ayrıma Bourdieu (2015: 25), “tutarlı karşıtlıklar” adını vermiştir.
Tutarlı karşıtlıklarında “birinci taraf erillikle (masculinity), ikinci taraf dişilikle (femininity) özdeşleştirilmektedir ve ikinci taraf, birinci taraftan daha düşük değerdedir” (İşler 2010: 117).
Birinci kategoridekiler eril özellikleri imleyen ve erkeği eylem halindeki özne statüsüne yerleştiren kavramlar iken ikinci kategoridekiler, birincinin dışında kalan tüm her şeydir. Ötekileştirilenler nesne konumundadırlar ve birincilerin bilinmesini sağlayıp onları tamamlarlar.
“Descartes’a göre var olanların tümü iki türdendir: düşünen ruh veya yer kaplayan madde. Bir yandan özne olarak bilen ruh, diğer yanda nesne olarak bilinen mekanik nesne bulunur” (Işıklı 2014: 13).
Buradan hareketle, canlı ve cansız ikiliğinde, birinci kategoriye konumlandırılan “canlı”lar ile ötekileştirilen “cansız”lar kendi içlerinde bir hiyerarşiyi barındırırlar. Bu yüzden cansız varlıklar, canlıların hayatta kalabilmesi ve yaşam mücadelesini verebilmesi için onların hizmetine sunulan, sömürüye açık, üzerinde hak sahip olunan bir düzlemdedirler.
Canlı – Cansız Ayrımındaki Bulanıklık
Canlı ve cansız varlıklar arasındaki hiyerarşide canlıların, cansızlarda olmayan veya olmadığı düşünülen yedi ayrı üstün özelliğe sahip olduklarına inanılmaktadır. İşte bu yedi özellik: 1) Uyarıcıya tepki verme, 2) Üreme, 3) Büyüme ve gelişme, 4) İç dengeyi koruma, 5) Belli bir organizasyona sahip olma, 6) Metabolik faaliyetleri, 7) Adaptasyon.
Ancak günümüzde biyologların çoğu canlılık ile cansızlık arasında bir ayrıma gitmenin zor olduğuna inanmaktadır. Bu ikisi arasındaki çizginin çok da belirgin olmadığını açıkça ifade etmektedirler (Bakırcı 2011). Bu durumda canlı ve cansız ayrımının aslında bir bulanıklık içinde olduğunu ve esasında canlılığın cansızlıktan meydana geldiğini söylemek mümkündür.
1920’li yıllarda Rus fizikçi ve matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı matematikçi ve astronom Georges Lemaître tarafından ortaya atılan Büyük Patlama (Big Bang) teorisine göre evrenimiz yaklaşık 13.7 milyar yıl önce tek ve neredeyse sonsuz bir hacme sahip bir noktadan (tekillikten) hızla genişleyerek bugünkü halini aldığını söyler. Genişleme sürecinde zamanla atom çekirdekleri (hidrojen, helyum ve çok az lityum) oluşabileceği kadar düşük yoğunluk ve sıcaklığa ulaşmış ve kendi üzerlerine çökerek ilk yıldızları ve galaksileri oluşturmuştur. Aradan geçen yaklaşık 13 milyar yıl içinde bu ilk (ve büyük kütleli) yıldızlar patlayarak çekirdeklerinde oluşan karbon, oksijen, azot, silisyum ve demir gibi, bugün periyodik tabloda gördüğümüz ağır elementler, uzay boşluğuna saçılarak gezegenleri oluşturmuştur (Emecan, 2018).
Görüldüğü gibi ilk olarak hiçbir şey aslında ne canlıdır ne de cansızdır; her şeyin özünde periyodik cetvelde sıralanan az sayıdaki elementler bulunmaktadır. Diğer yandan biyolojinin derinliklerine inen bilim insanları, önce organlarımızı, sonra dokularımızı, sonra hücrelerimizi keşfetmiştir. Buraya kadar her şey “canlı” görünmektedir. Bu yüzden tanımlamada bir sıkıntı yoktur. Ancak daha da derinlere inildiğinde, hücrelerimizin içerisinde faaliyet gösteren yapılar incelendiğinde, hücre altı boyutta keşfedilen her şeyin “cansız” moleküller ve atomlar yığınından ibaret olduğu görülür.
Evrenin özünde, aradığımız gibi bir canlı-cansız ayrımı bulunmadığını, bu iki kategorinin de belli başlı fiziksel ve kimyasal tepkimeler sonucu oluşan yapılar olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin demir, oksijenin bulunduğu ortamda oksitlenerek paslanmaktadır. Aynı oksijen, hücrelerimiz içerisinde bulunan bir diğer kimyasal olan şeker ile tepkimeye girerek enerji üretimini sağlamakta ve bu, hücrenin “canlılığını” sürdürmesini sağlar.
Vücudumuzda bulunan karbon ile kömür içerisinde bulunan karbon birbiriyle tamamen aynıdır. Fakat aynı karbon atomlarına sahip kömür ve insan gibi varlıkların, birbirinden bu kadar farklı özelliklere sahip olabilmesinin sebebi, karbonun en başlarda, Dünya’nın oluşumundan sonraki 600 milyon yıl içerisinde farklı alanlarda, farklı şekillerde değişmiş olmasındandır. Karbon aslında aynı karbondur ancak ürün, çok uzun değişimler sonucunda, tamamen farklı olmaktadır (Bakırcı, 2011). Sonuç olarak etrafımıza baktığımızda, bazı varlıkların bütünlüklerini aktif olarak koruyabildiklerini ve belirli, daha doğrusu düzenli bir organizasyonları olduğunu ve daha da önemlisi, bazı varlıklarda bu ikisinin aynı anda bulunduğunu görmemiz mümkündür.
Mevlana Celalettin Rumi, Atom Çekirdeğini Keşfetti (mi?)
Biyolojik yaklaşımın dışında, farklı yaklaşımlarla varlıkların yaratılışı çokça tartışılmıştır. Örneğin, ünlü mutasavvıf Mevlana Celalettin Rumi, Mesnevi adlı eserinde de her şeyin atomlardan oluştuğunu ve dolayısıyla evrende bir bütünlük, aynılık olduğunu sezgisel bir keşifle açıklamaktadır.
“Eğer bir zerreyi (atomu) kesersen ortasında bir güneş bulursun. O güneşin etrafında ise durmadan dönen gezegenler bulursun.”
Bu beyit üzerine derinlemesine bir çalışma yapan Şimşekler’e göre (2010) bu satırlarda, Güneş’e ve atomun çekirdeğine; Güneş’in etrafında dönen gezegenlere ve çekirdeğin etrafındaki elektronlara yüzyıllar öncesinden vurgu yapılmıştır. Mevlana’nın semasının özünü bunlar oluşturmaktadır:
“Mevlana, bir yandan merkezi güneş olan gezegenler sistemine, diğer yandan atomun parçalanabileceğine, atomun içindeki çekirdek ve etrafında dönen elektronlara işaret etmiş; her şeyin durmaksızın hareket halinde olduğunu anlatmıştır” (Şimşekler, 2010).
Kutsal Kitaplarda Canlı-Cansız Ayrımı
Kutsal kitaplarda, canlı ve cansız varlıkların özünün aynı olduğu belirtilmektedir. Örneğin İncil’in Yaratılış bölümünde yeryüzünün ve varlıkların nasıl yaratıldığı şu şekilde anlatılmaktadır:
Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı (…) Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu (…) Tanrı, “Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın” diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gök kubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Kubbeye “Gök” adını verdi (…) Tanrı, “Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün” diye buyurdu ve öyle oldu. Kuru alana “Kara”, toplanan sulara “Deniz” adını verdi (…) Tanrı, “Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin” diye buyurdu ve öyle oldu (…) Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun” diye buyurdu (…) Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı (… ) Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı.
Kuran’ı Kerim ise yaratılış meselesini şu ayetlerle açıklamaktadır:
“O’na üstünden ağır baskılar (sağlam dağlar) yaptı. Onda bereketler yarattı ve onda arayıp soranlar için gıdalarını (bitkilerini ve ağaçlarını) tam dört günde takdir etti (Fussilet /10). Gökten bereketli bir su indirdik, onunla biçilecek taneli ekinler bitirdik. Birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları yetiştirdik, kullarımıza rızık olması için. Ve o suyla ölü bir diyara can verdik. İşte, kabirlerden çıkış da böyle olacaktır (Kaf/9, 11). İnkâr edenler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi. Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı? (Enbiya/30). Allah sizi bir topraktan, sonra nutfeden (bir zigottan) yaratmış, sonra da sizi çiftler hâlinde var etmiştir (Fâtır/11). “Andolsun! Biz insanı kuru bir çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık (Hicr/26). Andolsun! Biz insanı, çamurdan süzülmüş bir hülasadan (özden) yarattık (Mü’minun/12) Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır. Bazısı karnı üzerinde sürünür, bazısı iki ayakla yürür, bazısı da dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye kadirdir (Nur/45).
Görüldüğü gibi varlıkların temel dokusunda bulunan su bile ortak özelliktir. Thales’in öne sürdüğü, yaratılışın menşeinin su olduğu, yani üremeyi sağlayan tek hücreli spermanın ve yumurta hücresinin birleşmesiyle teşekkül eden zigotun büyük kısmını suyun teşkil ettiği sonucuna varılmaktadır. Eritici olduğu için hücre reaksiyonlarının temel maddesi sudur. Bir organizma için su, bütün besinler derecesinde önemlidir. Vücut suyunun yüzde 10-20 kadarı kaybedilince hayat devam edemez ve su bulunmayan ortamda hayatın olması imkânsızdır. Anne karnındaki ceninin yüzde 94’ü, süt çocuğunun yüzde 80’i ve yetişkinin yüzde 70’i sudur (Sarı, 2016).
Varlıkların Dili, Tini ve İfade Biçimleri
Diğer taraftan bir varlık öldüğünde, atomları başkalarına geçmekte ve kendisi ölse bile bunlar başka boyutlarda varlığını sürdürmektedirler. Varlıklar ömürleri dolup ölünce, bedenleri tekrar molekül ve atomlara ayrılarak diğer varlıklara katılmaktadır. Örneğin Müslüman toplumlarda ölen insanlar toprağa gömülerek vücutlarının toprakla bütünleşmesi sağlanmaktadır. Uzun yıllar önce yaşamış ancak günümüzde fosil olan dinozorlar gibi hayvanlar, toprakta başka bir oluşuma dönüşmüşlerdir.
Varlıkların sürekliliğine ve döngüselliğine dair olan bulgular bizlere aslında her şeyin BİR olduğunu ve iç içe geçmiş bir ifade biçimine sahip olduklarını göstermektedir. Kutsal kitap Kur’an-ı Kerim canlı cansız, bütün varlıkların dilinden, duygularından, ibadetlerinden ve görevlerinden bahsetmektedir. “Yedi gök, yeryüzü ve bunların içindeki herkes Allah’a ibadet eder. Her şeyi güzel yapmasına karşılık O’na ibadet etmeyen tek varlık yoktur ama onların bu ibadetlerini siz kavrayamazsınız. O yumuşak davranır ve çok bağışlar” (İsra 17/44). Varlıkların bir dili veya bir ruhu olduğu inancı animizm inancının da temelini oluşturmaktadır.
Animizm inancına göre doğadaki her varlık maddi varlığın ötesinde bir ruha sahiptir ve kutsaldır. Ancak animizmde, ölülerin ruhları ya da tinleri canlı insanlara girebildikleri gibi taşa, toprağa, ağaca veya bitkiye de girebilmektedir.
Varlıkların kendilerine has bir ifade biçimlerinin olduğuna dair su kristalleri üzerine yapılan bir araştırma dikkat çekicidir. Bu çalışma, suyun canlı bir form olduğunu ileri sürme amaçlıdır. Söz konusu çalışmaya göre, su her duygu ve düşünceye tepki vermektedir. Sonuç olarak insanın titreşimsel enerjisinin, düşüncesinin, sözcüklerinin, müziğin suyun moleküler yapısını etkilediği öne sürülmüştür (Emoto, 2005). Buradan hareketle bilim insanları, suyun önemine daha fazla dikkat çekerek hem “su etiğine” hem de varlıkların kendilerine özel bir dili olduğuna gönderme yapmaktadır.
Antroposentrizm – Biyosentrizm Karşıtlığında Canlı – Cansız Ayrımı
“Canlı” ve “cansız” ayrımındaki hiyerarşinin kurulumu ve aralarındaki dengesizlik, insanı merkeze alan bakış açısının yani antroposentrik düşüncenin bir sonucudur. Protagoras’ın ünlü “İnsan her şeyin ölçüsüdür” sözü, antroposentrik düşüncenin sloganıdır. Bu düşünce, insanı tüm diğer canlı ve cansız varlıklardan üstün görmektedir. İnsan dışındaki doğadaki tüm her şey insanın hizmetinde olmalıdır ki bu da onları sömürüye açık bir hale getirmektedir. Antroposentrik (insan merkezli) düşüncenin “çevre bencilliği” ve benimsediği “insan merkezci çevre etiği” çevre sorunlarının temelinde yatan asıl sebeptir (Çini, 2019).
Buna karşıt olarak ortaya çıkan biyosentrizme (hücremerkezlilik) göre doğa ve doğadaki tüm varlıklar insanların ve canlıların bir parçasıdır ve hepsi bir bütünü oluştururlar. Biyosentrizm, diğer canlılara karşı insanların duyarsızlığına karşı çıkan bir paradigmadır. Schweister’in 1923 yılında yayımladığı eseri Uygarlık ve Etik (Civilization and Ethics), biyosentrik düşüncenin ilk ürünü olarak kabul edilmektedir. Bu görüşe göre insan, doğayı ve doğanın ürünlerini istediği gibi sömürme hakkına sahip değildir. Tüm türler, insana olan yararından bağımsız olarak yaşama veya var olma hakkına sahiptir (Bari, 2013). İnsanın içsel değerinin sebebi olarak rasyonaliteyi ve insanların amaç-sonuç gibi düşünceler etrafında düşünebilme yeteneğini savunan antroposentrizme karşı çıkan biyosentrizm, insan dışında kalan diğer canlıları araç haline getirip onların herhangi bir nesneden farklı olmadığı fikrine meydan okumaktadır. Ayrıca etik tartışmalar, ahlaki ölçütlere neyin tabi olduğunu tartışırken, diğer taraftan tabi olanlar ile insanın ilişkisini, yani insanların o şeye karşı sorumlulukları ile o şeylerin -en azından- yaşama hakkını gündeme getirmektedir (İndibi, 2019). Biyosentrizm, günümüz toplumlarının ataerkil ve kapitalist sistemine açıkça bir tehdittir.
Kapitalist sistemi sert bir biçimde eleştiren Marksist kuramdan ödünç aldığı “artı değer” kavramı, biyosentrizme göre “doğal kaynakları çalmak”tır. Ekonomik sistemde artı değer kavramı, kapitalistlerin işçilere ödemek yerine kendilerinin el koyduğu paydır. Kapitalist sistem hiçbir zaman emeğin tam karşılığını vermez. Zira kapitalist sınıf emek ürününün artı değerini çekip almaktadır. Burada artı değer, harcanan emeğin yanı sıra kullanılan/ sömürülen doğal kaynakların yeryüzünden çalınması anlamına da gelmektedir. Bu anlamda kapitalist sınıf kârı sadece emekçiden değil aynı zamanda yeryüzünden de çalmaktadır. Marx’a göre sanayi toplumunda en büyük çelişki, sermaye ile emek arasındadır. Benzer şekilde sanayi toplumu ile yeryüzü arasında da bir çelişki bulunmaktadır (Bari, 2013)
Makineyi oluşturan demir ve doğayı oluşturan toprağın ayrımı yine ikili karşıtlıklar ekseninde birbirine zıt ve bir hiyerarşi bağlamında yer almakta ve sorunsallaşmaktadır. Kadınların yeryüzüyle etkileşim yöntemlerine erkekler ve makineler tarafından el konulurken, küçük ölçekli çiftliklerin yerini alan tarımcılık ve kerestecilik faaliyetleri ise doğanın verimliliğini beslemek yerine yok etmektedir. Toprağın bir parçası olan demir ya da sanayileşme, topraktan ayrıştırılarak yine ikili karşıtlık halini almaktadır. Bu durumda, canlı ve cansız ayrımının ve demir/sanayileşme ve doğa/toprak ayrımının erkek ve kadın arasındaki hiyerarşiye benzer biçimde kurulduğu söylenebilir. Bu hiyerarşisi güç, otorite, denetim gibi kavramlar erkeksi olarak nitelendirilirken, hayat verme, besleme, sömürülme, şefkatli olma gibi özellikler kadınsı olarak ve doğayla eş tutulmuşlardır.
Çevre ve doğa konusunda biyosentrizmle aynı doğrultuda olan ekofeminizm, ataerkil toplumun doğaya ve kadına davranışı arasında bir paralellik olduğunu savunmaktadır. “Bakire ormanlar”, “yeryüzüne tecavüz” gibi söylemler ve ABD’de en ölümcül kasırgalara kadın ismi verilmesi bunun en dikkat çekici örnekleridir. Bari’ye (2013) göre doğanın insandan ayrı tutulduğu ve insan tarafından ele geçirilip egemenlik altına alınması gerektiği, erkek bir bilgi sistemi olarak tanımlanabilir. Ancak ekofeminizm bütüncü ve birbirine bağımlı bir “doğa bilimi yasası” ortaya koymak istemekte ve bu açıdan biyosentrizm ile aynı doğrultuda yol almaktadır.
Hayvan Hakları ve Çevre Etiği
“Hak” kavramı hukuk sisteminin zeminini oluşturan önemli bir unsurdur. Kant hakkı, “bireyin diğer bireylerle bağdaşabilir özgürlüğü” şeklinde tanımlamaktadır. Tüm canlıların doğasında var olma değerleri ve dolayısıyla da hayatta olma hakları bulunmaktadır. Ekosisteme ve doğanın döngüsüne katılan diğer doğal varlıkların da (mesela dağların, nehirlerin vb.) hakları olması gerekmektedir. Başka bir deyişle doğanın, insana sağladığı katma değerden ziyade varlıkların kendiliğinden hakları bulunmaktadır.
Bugün insan haklarından köle, kadın, çocuk veya hayvan haklarına kadar varan zincirlemede sıra “doğal varlıkların hakları” yer almaktadır. Evrendeki tüm canlı ve cansız varlıkların etik bir varsayım temelinde birtakım haklara gereksinimi olduğu açıktır (Ertan, 1997: 55). “Doğal varlıklar” kavramı, canlı ya da cansız “varlık bütünlüğü”nü anlatmaktadır. Ayrıca bu kavram ağaçlar, ormanlar, bitkiler, denizler, okyanuslar, nehirler, toprak, gökyüzü, su, hava gibi tüm varlıklara gönderme yapmaktadır. Çevre etiği, tüm doğal varlıklar ve sistemlerin kendi başlarına bir değere sahip oldukları için ahlaki saygıyı hak ettiklerini ileri sürmektedir.
Ağaçların hakkını savunan ve bir davaya konu edinen Stone’a göre sadece ağaçlar ve ormanlar değil, nehirler, denizler, okyanuslar ve çevre de “doğal” olarak kabul edilen tüm canlı ve cansız varlıklara dair yasal haklar olması gerekliliğini bir raporla açıklamaktadır (Stone, 1972: 450). Onun sayesinde, ağaçlar adına bir davaya taraf olunabileceği ve ağaçların da hakları olabileceği, ilk kez hukuk sistematiğinde ve kamuoyunda tartışılabilmiştir. Stone’a göre tüm bu insan merkezli bakış açısında nesneleştirilen ve metalaştırılan varlıklara hak ettikleri konum geri verilmelidir. “Cansız varlıkların hakları” tartışması, “etik bir varsayım” temelinde gelişmesine karşın, gerekli ve yararlıdır. Cansız varlıkların haklarının etik temellerinin atılmasının önemi, bu düşünceler ışığında daha iyi anlaşılır.
Dünyada “doğal haklar” kavramına anayasada yer veren ülkeler Bolivya, Kolombiya, Ekvador, Hindistan, Yeni Zelanda, Amerika Birleşik Devletleri olarak bilinmektedir. Haklar sistematiği; doğaya karşı insan-merkezli bakışımız değiştiği ya da canlı-merkezli bakışa kavuşma aşamasında ilerlediğimiz sürece, doğal kaynaklara ve bu yolla cansız varlıklara yeni haklar vermek noktasında gelişmesini sürdürecektir.
Sonuç: Doğal Haklardan Doğan Haklara Saygı
Kökleri Rönesans’a uzanıp cisimleşmiş şeklini endüstri devriminde bulan ve doğaya, insanın sonsuz kullanımına açık “potansiyel kaynak” gözüyle bakan insan-merkezcilik, endüstri toplumlarının biricik algılama kapasitesidir. İnsan-merkezliliğin ve yaşam kültürünün başat bir ögesi olmasıyla başlayan iktidar ve güç mücadelesi, önce doğaya, sonra da insanın toplumsal ilişkilerine yansımıştır (Güner, 1994). Doğada farklı türdeki organizmalar arasındaki çatışma, “varoluş mücadelesi” ve “en uygun olanın hayatta kalması” gibi söylemler, farklı türdeki organizmalar arasındaki karşılıklı işbirliği -simbiyoz- ile önemini kaybetmektedir (Bookchin 1994: 504).
İnsan, çıkarları ve geleceği ile doğadan bağımsız değildir. Bu nedenle insan merkezli (antroposentrik) değil; yaşam ve ekoloji merkezli (biyo/ekosentrik) bütüncül bir hak anlayışı tercih edilmelidir. Zira insanla insan (bireyle toplum) arasındaki ilişkileri düzenleyen “toplumsal sözleşme” artık yerini insanla doğa arasındaki ilişkileri açıklığa kavuşturan “doğal sözleşme”ye bırakmaktadır. Bu sözleşme bağlamında artık ne “insan ve çevresi”nden bahsedilebilmeli ne de “çevre” sözcüğü “çevrecilik”le anlaşılan bir hareketin kavramsal zemini olarak kalabilmektedir (Ekşigil, 1995).
Tarih boyunca insanlar hayatta kalmak için ihtiyacı olan enerjiyi besin moleküllerinde, öncelikli olarak da tohumlarda, taneli küçük meyvelerde ve köklerde bulmuştur. İnsan bedeni, doğal ortam ve toplumsal yapı ve sistemler arasında çok güçlü bir ilişki ve etkileşim söz konusudur. Doğal çevre olmaksızın beşeri varlığın kendini yeniden üretmesi mümkün olamamaktadır. Dünyamız rastgele bir araya gelmiş yaşam biçimleri topluluğu değil, kendini idare eden kocaman bir organizma olarak değerlendirilmektedir. Lovelock’a göre balinalardan ufacık planktonlara kadar yeryüzündeki yaşayan tüm organizmalar çevrelerine, birbirlerine bağlı ve birbirlerini destekleyen katkılarda bulunmaktadır (Akt. Ekşigil, 1995). Bu açıdan bakılırsa canlı ve cansız varlıkların “var olma hakları” ile insanların yaşam hakları doğrudan ilgilidir.
Bilimsel ve teolojik anlamda denilebilir ki insanlar, bakteriler, toprak ve bunun gibi her varlık, canlılar ve cansızlar, atomlardan ve moleküllerden oluşmuştur ve gerçekte farkları yoktur. Yapıları aynı esaslarda olup farklılıkları yapılanmadadır. Ancak farklılıkların hâkimiyet için değil, ortak yaşam ve paylaşım için olduğu kavranmalıdır. Bugün, doğal haklardan doğa haklarına doğru gelişen ve oradan da cansız varlıkların haklarına uzanan bir gelişme çizgisine ulaşmak zorundayız.