Geçen gece gördüğüm düşte bir takım kişilere Türkiye’de Kürtlerin, Dünya’da ise Türklerin “nutella sendromu” yaşadıklarını anlatıyordum.
Uyandım, “Allah hayra yorsun!” dedim ve hemen en yakın araştırma aracımız olan Google’a başvurdum. Tabii ki böyle bir sendrom yoktu. Belli ki “üstüm açık kalmış” dedim ve üzerinde durmadım. Fakat daha sonra Sophosakademi’de yayınlanan bir haber, rüyayı tekrar aklıma düşürdü. Bunun gerçeğe dayanan bir yanı vardı, olmalıydı! Belki de bu yazının sonunda kendini ilk defa bir rüyada açık eden bu “sendrom”u tarif etmiş olacağız.
Nutella sendromu nedir!
Şöyle ki, modernlik algısı yönünden Kürtler, rol model olarak Türkleri almaktadır. 90’lı yıllarda Doğu illerinde sadece genç kızların davranış biçimi izlenseydi, bunun bir gerçek olduğu anlaşılırdı (Şu sıralar durum biraz farklılaşmış gözüküyor). Bu yörelerdeki Türk ailelerin kızları aşırı biçimde aksanlı ve çok rahat konuşurlardı. Düzgün konuşayım diye çabalamazlardı. Fakat Kürt ailelerin kızları öyle miydi? Genelleme yapmadan diyebilirim ki kesinlikle hayır! Onlar düzgün Türkçe konuştuğu ölçüde kendilerini havalı hisseder ve sonradan öğrendikleri dili aksansız konuşmak için olabildiğince gayret sarf ederlerdi. Bizlerin, daha iyi İngilizce konuşmak istediğimiz gibi… Türkiye’nin doğusuna gidenler veya orada yaşayanlar bunu bizzat müşahede etmiştir zaten. Hatta, bu durum sadece genç kızlar için geçerli değildir. Giysiler, konut tipleri, sofra adabı vb. gibi alanlarda da güncel Türk motiflerine doğru bir kayış vardır. Türklerin ise millet olarak son 300 yıldan beri devlet politikası haline gelen Batı ile özdeşleşme çalışmaları açıktır ve bunu te’vile gerek yoktur. Buradan hareketle, Kürtlerin batılılaşma sürecinin Türkler üzerinden gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Öyleyse Nutella, modern dünyanın bir ürünü olarak burada modernizmi temsil etmektedir. Rüyadaki taşlar da böylece yerine oturmuş demektir.
Ee! Bunu bize neden anlatıyorsun?
Spor giysisi üreten bir marka, başörtüsünü de satışa çıkardı. Kurumsal amacının, “kadınların spor hayatlarında hiçbir bariyerle karşılaşmamalarını sağlamak ve genç kadınlara ilham vermek” olduğu belirtiliyor. Bir diğeri ise “saygı” mottosuyla yola çıkarak mini etekli ile başörtülüyü yan yana koyuyor ve onlara etiketleri üzerlerinden atmalarını tavsiye ederek, tercihlere saygı duyulduğunda giyim alışkanlıklarına karşı önyargıların da kırabileceğini dikte ediyor.
Bireylerin sınırlarını aşmak isteğini gıdıklayan buradaki “bariyerleri aşmak” ve “saygı görmek” telaşının, doğru ile yanlışın sınırlarını belirsizleştirdiğini söylemek mümkündür. Çünkü “değer” ve “modern” burada çatışmaya başlar ve ne yazık ki bu güne kadar görülen örneklerde, modernin hep galip gelmiştir. Vahim olan şu ki, bütün modern saldırılara yenilmiş ve sahip olunan değerler yitirilmiş olsa da, hala o değerlerin koruduğunun düşünebilmesidir.
Büyük bir paradoksu yaşadığımızı savunuyorum. Bir yandan anlam ifade eden “değer”lere sahip çıkmaya çalışıyoruz, diğer taraftan da 18. yüzyıldan itibaren Avrupa’dan esen modernlik rüzgârına kendimizi kaptırmış durumdayız. Fakat ikisini de tam olarak başarabildiğimizi söylemek mümkün değil. Buna karşın mantığa büründürülmüş özentilerin yaygınlığı nedeniyle değerlerin anlamlarını yitirerek, kuru bir sembole dönüştüklerini söylemek mümkün. Artık hiç bir şey, hiçbir kimse, kendi değil. Bir simülakrlar dünyasını yaşıyoruz dersek, bu da durumu yeterince anlatmaz. Mesele, kapitalizm ve onun emperyal etkisi etrafında düğümlenip kalıyor. Çünkü kapitalizm her şeyi dönüştürüyor ve amacına hizmet etmeye uygun hale getiriyor. Düşüncelerimizi ve hatta değer yargılarımızı bile…
Farkında olmadan, onun gibi düşünmeye başladık: Biz “değer”lere uyamıyorsak, onları kendimize uydururuz ve hâlâ değerlerimizi koruduğumuzu savunuruz. Bilmeliyiz ki, “nasılsanız, öyle yönetilirsiniz” genel bir kaidedir. Yani, yapıp ettiklerimiz bizlerin eseridir, bizler onları üretiriz ama onlar bizi yönetirler.
“Kendimizi tüketim kültürüne kaptırarak; marka ve imtiyazlı bir sınıf olma peşinde koşarak” ortaya koyduğumuz yaşam biçimi, bizi diğerlerinden farksız kılacaktır. Fakat dâhil olmak istediğimiz çevre, israfı ve gösterişi engelleyen bir yaşama biçimini ve bunu temsil eden insan tipini, yani savunduğumuz değerleri koruyacak bireyi üretmeyecektir. Ortega Gasset, Sanayi Devrimi’nin ilk döneminin topluma verdiği en büyük hasarın, kendine her şeyi hak olarak gören bir zümrenin yaratılması olduğunu söylemektedir. Bu zümre büyük bir “kütle”dir. İsyan etmek, yıkmak, yakmak, yönetmek ve sahip olmak duygularının bir bütün olarak bu zümrede bulunması tesadüfi değildir. Zaten, bu haliyle önceki toplumlardan tamamen farklılaşmaktadırlar. İşte görülmektedir ki Kapitalizm, önce kendine hizmet edecek bir toplumu yaratır. Bu toplum içinden imtiyazlı bir zümre oluşturarak toplumu ayrıştırır. Sonra da arada oluşan uçurumu kapatmaya yönlendirip, sözüm ona toplumu bütünlemeye, eşitlemeye çalışır. Her iki eylemde de amaç bireyi tüketime zorlamaktır.
Kapitalizm, bu kez eşitlik ilkesi üzerinden giderek, bireyi tekrar ve tekrar kullanır. Birey ise “ayrıştırma” sürecinde aldığı hasarın acısını çıkarırcasına Kapitalizmin gönüllü kölesi oluverir.
Bir düşünceye göre her çağ zaten moderndir. Her yeni dönem kendi içinde modern sayılır. Bu çerçevede toplum, kendi değerlerine uygun yeni bir yaşam tarzını ürettiğinde yeterince modern sayılacaktır. İşte bu toplumu amaçlayan bireyler, popüler tabirle “yerli ve milli” kalabilirler.
Yanlış anlaşılmasın! Burada sorun edilen, arzu edilen yaşam biçimi önünde set olmak değildir. Bireylerin “modern” tutkulara kurban ettiği “değer” yargılarına ait nesneleri, onların barındırdığı anlamları ile birlikte değerlendirme isteği vardır.
Yediklerimiz-içtiklerimiz, vücuda gıda olmanın ötesinde anlamlar barındırıyor. Vatan, sadece üzerinde yaşanılan toprak parçası değildir. Kıyafetimiz, bizi şekle sokan, güzel gösteren aksesuardan öte bir şeydir. Düşüncemizi somutlaştıran üretimimizin dahi kutsal bir amacı vardır.
Arzu ettiğimiz, eğer değer yargılarımıza uymuyorsa ve buna rağmen gerçekleştirmek istiyorsak, o zaman lütfen kendimizi o değerlerin dışında konumlandıralım.
Çünkü bilmeliyiz ki, değerlerin özünü samimi biçimde korumak isteyenlere saygı göstermek de “modern” düşüncenin bir gereğidir. Eğer bu farkına varılır ve istenirse yaşamakta olduğumuz süreçten kaçınmak mümkün olmasa bile bana göre kendimize uygun bir modernlik biçimini üretmemiz hâlâ mümkün olabilir.
Görünen o ki sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada “muhafazakâr köprü”nün altından çok sular geçmiştir. “Gözünde göz izi var, sana kim baktı”dan, “gözünü neden kaçırıyorsun, kendine güvenin yok mu”ya kadar evrilen, bana göre hüzünlü bir hikâye bu. Bir taraftan; geride kalmamak isteği, kendini sürekli ispat etme ihtiyacı, modern farklılığı koruyarak farklı görünmeme sevdası, her alanda bulunma ve giyim-kuşamında serbestlik arzusu; diğer taraftan ise “değer”lerden kaynaklı kurallara uyma isteği arasında sıkışan bizler, bilinçli/bilinçsiz olarak Kapitalizmin emrine itaat ederek tercihimizi yapmış gibi görünüyoruz.
İnandığımız gibi yaşamayı başaramayınca, yaşadığımız gibi inanmaya başladık.
Özetle; bir siyasetçinin dediği gibi; “hiç bir şey olmasa da kesinlikle bir şeyler oluyor.” Hem Batılılaşma tutkusuyla yeni anlamlar üretenler var, hem de değerlere bağlılık adına modernle çatışanlar… “Nutella sendromu” hayırlı olsun.