İnsanlar stres verici durumlarla karşılaştıklarında, ortaya çıkan durumu kontrol edemeyeceklerine ya da değiştiremeyeceklerine inanabilirler. Bu yüzden de kontrol etme ve değiştirme fırsatları ve yeterlilikleri olsa dahi durumu değiştirmeyi denemezler. İşte psikoloji terminolojisinde bu duruma öğrenilmiş çaresizlik denir.
Pozitif psikolojinin kurucusu olarak da bilinen Dr. Seligman ve arkadaşları tarafından tanımlanan öğrenilmiş çaresizlik kavramsallaştırılmasının temeline baktığımızda Dr Seligman, hayatta kalan Yahudilerin savaş bitmesine rağmen neden kampları boşaltmadıklarına bir anlam verebilmek için arkadaşlarıyla birçok deney yapar. Deneyler sonucunda hayvanların ya da insanların karşılaştıkları olumsuz olaylar karşısında kontrollerini kaybettiklerini düşündüklerinde ortaya çıkan çaresizlik duygusuyla karşılaşırlar.
Yapılan deneyler sonucunda anlaşıldı ki hayvanlar ve insanlar davranışlarıyla olumsuz bir durumu kontrol edemeyeceklerini öğrendiklerinde, davranışlarıyla olumsuz sonucu ortadan kaldırabilecekleri durumlarda da gereken çabayı göstermemektedirler. Daha önce yaşanılan olumsuz durumlarla karşılaşmamak için de artık herhangi bir çaba sarf edilmemesine öğrenilmiş çaresizlik adını verilmiştir.
Bir insana yapılabilecek en büyük zulümlerden birisi kuşkusuz kişiyi umutsuz, mutsuz, motivasyonsuz, uyumsuz ve depresyona sokan çaresizlik gibi duygulara maruz bırakmaktır. “Kurban Tuzağından Kurtulmak” kitabının yazarı Diane Zimberoff, işlevsel olmayan ailelerde kazanılan kurban, kurtarıcı ve zorba üçgenini öğrenilmiş çaresizliğe dayandırmaktadır diyebilirim. Çaresizliklerini terapistlere anlatmaya çalışan kurbanların bu durumlarından nasıl kurtulacaklarını anlatan kitap, çarpıcı bir gerçeği de gündeme getirmektedir. 21.yüzyılda olmamıza rağmen çaresizliğin genele yayılmasında ailemizin üstlendiği rolü gündeme getirmektedir.
Ailelerin Etkisi
Bizler öğrenilmiş çaresizliği ailelerimizden, ailelerimizin işlevsel olmayan tutum ve davranışlarından öğrenebiliyoruz. Çocuk yetiştirme konusunda üstlendiğimiz sorumluluklarımızı tekrar düşünmemiz hatta çocuk sahibi olmadan önce, ana baba tutumlarının çocuklarda ne gibi hasarlar bırakabileceğini öğrenmemizin şart olduğunu düşünmekteyim.
Anne babalar çocuklarına katı sınırlar çizdiklerinde işlevsel olamayan kurallar koyabilmektedirler. İşlevsel olmayan aileler çok fazla kural barındırırlar. Bu kuralların kötü tarafı genellikle bu kuralların söze dökülen kurallar olmamasıdır. Çocuklara verilen en büyük mesaj ise Sus!, Konuşma! gibi kurallardır: “Sus odana git, gözümün önünden kaybol, cevap verme, çok soru sorma”.
Küçük yaştaki çocuklar çoğunlukla kendisi olmanın ve özgürce soru sorabilmenin zevkini tadamadan çaresizlik tuzağının kurbanı olurlar. Bir başka kural da “kimseye güvenme” kuralıdır. “Kimseye güvenme aile içinde yaşanan aile içinde kalır. Dayak yesen de sus, başkalarına anlatma” gibi beyin yıkamalar, şiddetin mazur görülmesine sebebiyet verir. Bu koşullanmanın en yıkıcı sonucu çocuğun kendisine dahi güvenmemeyi öğrenmesidir. Nasıl hissettiklerini aile içinde söylemeye çalıştıklarında, “kapa çeneni, aptalsın, saygısız seni, hala konuşuyor, çarparım yine bir tane görürsün dünyanın kaç bucak olduğunu” gibi cümleler çocuklara kendi algılarına bile güvenmemeyi öğretir.
İşlevsellik ve Belirsizlik İlişkisi
İşlevsel olmayan ailelerin bir diğer özelliği de belirsizlik durumudur. Sınırları olmayan ailelerde belirsizlik hâkimdir. Anne veya baba her an bağırabilir ya da izin verici olabilir. Tutarsız olan tutum ve davranışlarla büyüyen çocuk, aile içinde bir sonraki adımda ne olacağını bilmez. Tahmin edilemezlik, çocuk için büyük bir kaygı ve güvensizlik hissine sebebiyet verir. Hatta “Kimseye güvenme, kimseyle konuşma, hissetme, duygularını ifade etme. Sadece söz dinleyen uslu çocuk ol” mesajlarına boğulan çocuk, öğrenilmiş çaresizlik hastalığına tutulabilir.
İşlevsel olmayan bir diğer aile kuralı da “kendin olma!”dır. “Ailede olan ailede kalır” kuralı çocuğa sahte benlikler kazandırır. Dışarıya karşı gösterilen rollerde gülen yüz maskeleri vardır. Hiçbir şey olmamış gibi davranılır. Bu benlik çocuğa ailesi tarafından öğretilir. Kendi benliğindeyse çok fazla sırlar, korkular, duygular vardır. Çocuk bu iki benlik arasında sıkışıp kalır. Çocuk içinde bulunduğu durumu konuşmak, anlatmak istese de “Sen ne yaptın, bizi rezil etmeye mi çalışıyorsun? Utanmadın mı hiç, bizi ne duruma düşürdün. Utanmaz seni!” gibi cümlelerle çocuğa utanç duygusu aşılanır. Çocuk utancı da içinde barındıran duyguyla artık maskeli benliği ile dışarıya karşı rol yapan, kendi benliğini içinde saklayan kişi haline gelir. Zamanla iki benlik birbirinden uzaklaşır ve çocuk ailesinin saygınlığını korumak için kendine düşeni yapmaya başlar. Artık çocuk kendinden vaz geçip, ailesinde kendisine biçilen rolü oynamaya başlar.
Anlaşılacağı üzere Dr. Seligman ve arkadaşlarının tanımladığı öğrenilmiş çaresizlik birçok alana uyarlanabilen bir psikoloji terimidir. Kişinin kendisini çaresiz hissetmesi tam bir kurban tuzağıdır. Anne – baba olarak çocuk yetiştirmenin önemini anlamamız ve bu konuda gereken eğitimleri almamız gerekmektedir. Öneri olarak lise ve üniversitelerde “işlevsel, sağlıklı aile nasıl olunur?” başlığında bir ders zorunlu olarak okutulabilir. Toplum olarak öğrenilmiş çaresizlik hastalığının genele yayılmaması adına çaba sarf etmemiz gerekmektedir. Sağlıklı toplum olmanın gerekliliği sağlıklı bireylerden, sağlıklı birey olmanın gerekliliği de aileden geçer.
Mürüvvet Çalışkan