Ölümle nasıl yüzleşiriz? Bu soru, hayati tehlike arz eden bazı kritik anlarda kendini özellikle dayatsa da aslında bizi hiç terk etmez, bütün varoluşumuzu sımsıkı sarmalar. Ne de olsa insan bir gün mutlaka öleceğini bilen tuhaf hayvan değil midir? Tüm canlılar temel bir zafiyet duygusunu paylaşırlar şüphesiz. Ancak yalnızca insan, varoluşun geçiciliğinin bilincinde olan canlıdır. İlelebet sürmeyeceğini, başlamak zorunda olduğu bu hayatın bir gün nihayete ereceğini bilir. Doğum ve ölüm, varoluşun bu iki sınır hattı, dünyada sadece başkalarının başına gelen olaylardır, doğan ve ölenin ve dolayısıyla bunlar üzerinde hiçbir kontrolü olmayanların değil. Ölümü pekâlâ hızlandırıp yavaşlatabiliriz, intiharda olduğu gibi onu tahrik edebilir ya da titiz bir bakım ve tedaviyle geciktirebiliriz. Ancak hiçbir zaman ölüp ölmeyeceğimizi seçemeyiz, aynen doğup doğmayacağımızı seçmemiş olduğumuz gibi. Hiçbirimiz doğumumuzla eşzamanlı değilizdir çünkü doğum, isteğimiz dışında gerçekleşmiş, asla mevcut olmayan ve dolayısıyla asla hatırlanamayacak olan mutlak bir geçmişi imler. Aynı şekilde ölüm de deneyimleyemeyeceğimiz fakat bir gün mutlaka olacak olan bir hadisedir zira o geldiğinde, ondan kaçamayacağımızı bilmemize rağmen, onu karşılayabilecek bir ben olmayacaktır. Hiç doğmamış olmayı hayal dahi edemiyor oluşumuzun doğumumuza dair bir şeyleri hep anlaşılmaz kılması gibi, aklımız da ölüm karşısında, yani kendi varlığımızın sırra kadem basması karşısında, çaresizdir. Dolayısıyla doğum ve ölüm varoluşun dış sınırlarını tayin eden hadiseler değil, var olmanın temel boyutlarıdır. Nasıl ki doğmuş olmak, her birimiz için pek çok belirlenimi ister istemez miras almak anlamına geliyorsa, gelmekte olan ölümümüzle yüzleşmeye de öyle mecburuz.
Peki, dünyada var olmadığımızı hayal bile edemiyorsak, kendi ölümümüzle nasıl bir bağlantı kurabiliriz? Bilindiği gibi Freud tam da bu yüzden “Nihayetinde hiç kimse kendi ölümüne inanmaz” demiştir “zira her birimiz bilinçdışında kendi ölümsüzlüğüne ikna olmuştur.” Her daim görünmez mevcudiyetini üzerimizde hissetsek dahi ölümle hiç tanışmayacağız çünkü ne zaman onu anlamaya kalksak onu dünyada olmakta olan bir hadiseymiş gibi düşünürüz. Fakat ölüm kimin başına geliyorsa onu silip geçmekten başka bir şey yapmıyor. Ölüm, ölüm olarak deneyimlenemediğinden olsa gerek Epikür demiştir ki ölüm bizim için bir hiçtir zira biz varsak o yok, o varsa da biz yokuz. Bu yüzden dünyada karşımıza çıkan ölüm hep başkalarının, özellikle de yakınlarımızın ölümüdür. Bu bakımdan ölüme dair ilk deneyim hep yas tutma deneyimidir. Başkalarının ölümü bizi yaralar çünkü varoluşumuzun saklı yüzü olan kendi sonluluğumuzu hatırlatır bize. İnsan ölüm karşısında duyduğu endişeyle kendi insanlığının farkına varır. Bu en
dişe ise her defasında başkasının ölümüyle yeniden canlanır. İnsan olduğumuzu ancak sonluluğumuzun farkındalığı ve endişe tecrübesinde görüyoruz. Ölüm bir dehşet kaynağı olduğu için ancak göreceleştirilerek düşünceye getirilebilir. Ölümle mücadeleye girmeyen bir insani varoluş mümkün olmadığından, insanlığın tüm kültürel üretimini ölümü sakinleştirmek için geliştirilmiş bariyerler, savunma mekanizmaları ve silahlar olarak görebiliriz. Fakat bu mücadele boşunadır zira en nihayetinde hep ölüm kazanır. Mücadeleyi yürütmenin farklı biçimleri vardır tabii, ne de olsa rakibi mağlup edebileceğimizi varsayarak bu amaca uygun araçlar geliştirmişizdir: Ölümün üstesinden gelmeye çalışırız mesela. İnsanın kendine verdiği bu ödev, aynı zamanda din ve bilimlerin gelişimini sağlamıştır. Ya da ölüm fikrinin doğurduğu endişeyle karşılaştığımızda onu atlatmayı dener, türlü türlü hâllere girerek ondan kaçmaya çalışırız.
Peki ölüm gerçekten de düşmanımız mı? Onunla yüzleşmek için ona savaş açmak ya da ondan kaçmak dışında bir yol yok mu? Acaba insan, ölümü üstlenip ona razı gelemez mi? Ölümü mağlubiyet değil de yaşamın temel koşulu, ölümlülüğü de nihai sınırdan çok varoluşu besleyen saklı kaynak olarak göremez mi?
Yazı, “Ölümle Yüzleşmek: Felsefi Bir Soruşturma” kitabından alınmıştır. Yazar: Françoise Dastur Çeviren: Sinan Oruç