Transhümanizmin postmodern felsefe ve eleştirel teori ile ilişkisi tuhaftır. Örneğin Nick Bostrom’un önemli eseri “Transhümanist Düşüncenin Tarihi”, Utnapishtim’den Başkan’ın Biyoetik Konseyi’ne kadar uzanan yüzyılları kapsar ancak tarihini üzerine inşa ettiği temel aydınlanma anlatısına radikal bir şekilde meydan okuyanlardan çok az söz eder. Bostrom’un makalesinde Nietzsche, Marx ve Donna Haraway gibi isimlerin hepsi Haraway’in siberfeminist mottosu olan “Tanrıça olmaktansa siborg olmayı tercih ederim” de dahil olmak üzere selamlanır ancak fikirleri analiz edilmez. Dolayısıyla bu düşünürlerin bağlamı genellikle göz ardı edilip eserleri, Haraway’inkinde olduğu gibi, sadece epigraflar ve güçlü savlar için kullanılır.
Yalan yok! Bostrom’un makalesi (aslında tüm çalışma külliyatı), herhangi bir transhümanist için temel bir okumadır. Ancak onun tarihinde, transhümanist entelektüeller tarafından büyük konulardan uzaklaştırılan bazı filozofların boşlukları sırıtmaktadır. İhmal edilenler arasında Jean Baudrillard, Michel Foucault, Judith Butler, Donna Haraway, Bruno Latour, Gayatri Chakravorty Spivak ve Jurgan Habermas’ı sayabilirim. Açıkçası, tüm bu hesapları düzgün bir şekilde tartışmaya başlamak için bile yeterli zaman ve alan yok. Bu yüzden özellikle bir tanesine, Donna Haraway’e ve siberfeminizmle ilgili çalışmasına dikkatinizi çekmek istiyorum.
Haraway’in “Siborg Manifestosu: Yirminci Yüzyılın Sonlarında Bilim, Teknoloji ve Sosyalist-Feminizm” eseri siberfeminizmin odak noktası oldu. 1985’te bir deneme olarak yayınlanan ve daha sonra Haraway’in “Simians, Cyborgs, and Women: The Reinvention of Nature” adlı eseri 1991 yılında feminizm ve kültürel çalışmalar içinde geçerliliğini koruyarak yıllandı ancak genellikle transhümanist eserlerde alıntılandı. Kısmen Foucault’dan yararlanan Haraway, bunun yerine hegemonik güçler tarafından kullanılan iktidar biçimlerinin direniş ve kurtuluş için kullanılabileceğini savunur.
Haraway, siborg figürü aracılığıyla hegemonik güce el koyuyor. Siborg’u, Batı toplumunda çok sevdiğimiz kategorileri baltalayan küfürlü, ironik, asi ve tamamlanmamış bir varlık olarak tanımlayarak başlıyor: hayvan-insan, organik-makine ve fiziksel olan-olmayan.
Batılı kapitalist ataerkilliğin bir ürünü olmasına rağmen tüm iyi bilimkurgu kahramanları gibi siborg da sadakatsiz ve isyankardır. Haraway geçmişi itibariyle siborgu, Batı’nın tarihsel ve entelektüel ilerleme kavramını, iletişim ve iş birliğine yönelik kapitalist dürtüyü ve ataerkil hiyerarşiyi alıp üçünü de postmodern sosyalist-feminist bir karşı güce dönüştürebilecek kapasiteye sahip bir oluş olarak görüyor. Haraway’in siborgu, Batılı kapitalist ataerkilliğin retorik bir reddidir; düşmanlarının güçlü niteliklerini alıp kendi amaçları için kullanabilen bir tür gerilla postmodern özne olarak hareket eder. Kısacası, Donna Haraway’in siborgu, tek bir tekno-organik öznede vücut bulan bir isyandır.
“Siborg Manifestosu”, siberfeminizm ve Chris Hable Gray tarafından genişletilen siborgolojinin kurulmasına yardımcı olmuştur. Birincisi, siberfeminizm, bilim ve teknolojinin toplumsal cinsiyet rolleri ve bunların toplumdaki karşılıklı yapıları ile etkileşime girme yollarına odaklanır. Haraway’in yoldaş türlerle, teknolojik olarak aracılık edilen topluluklarla ve eleştirel bilim araştırmalarıyla devam eden çalışmasına ek olarak, Judy Wajcman, Katherine Hayles ve Nina Lykke gibi teorisyenler siberfeminizme önemli ölçüde katkıda bulunmuşlardır.
Siberfeminist argüman külliyatı, aynadan bakıldığında transhümanizm’miş gibi okunur: Aynı anda paralellik gösteren, zıtlaşan, zayıflatan ve destekleyen tuhaf bir karşıt bakış açısı. Haraway, “Batılı tasavvurlarda topluluğun sınırlarını her zaman canavarlar tanımlamıştır” dediğinde, bu karşıt pozisyonu mükemmel bir şekilde yakalar.
Transhümanistler, insanlığın olabileceğine inandıkları şeyin zirvesine işaret ederken ve “Sonunda ne olacak? Nasıl olacağız? diye sorarken; siberfeministler (ve genel olarak postmodernistler) sefil, alçaltılmış, grotesk ve marjinalleştirilmiş olana bakar ve “Neden böyle? Bu neden dışta bırakıldı?” diye sorar. Transhümanizmin siberfeminizme ihtiyacı vardır. Çünkü bu, “insan”ı tanımlamanın yolunu açığa çıkarma işlevi görür ve dolayısıyla “transhuman” bunları (ideal olanın dışında kalanları) bastırabilir, reddedebilir ve ötekileştirebilir.
Siberfeminizm, teknolojinin doğası gereği tarafsız olmasına rağmen, tüm teknolojik gelişme, tasarım ve mühendislik sürecinin toplum ve kültürden ve dolayısıyla kısmen ataerkillik gibi normatif güçlerden etkilendiğini kabul eder. Eko-feministler ateşe suyla, teknolojiye doğayla karşı koymayı önerirken, siberfeministler ateşe ateşle karşı koymayı savunur. Feminizm – ve genel olarak eleştirel teori – transhümanistlerin “insanın” toplumsal olarak nasıl inşa edildiğini anlamaları için gerekli araçları ve kavramları sağlar. “Bizi insan yapan nedir” sürekli tartışılır çünkü “insan”ın anlamı tarih boyunca ve kültürden kültüre değişir. Kabul edilen veya “normal” tanım, Fransız filozof Michel Foucault tarafından tanımlanan sosyolojik iktidar yapılarının sonucudur. Örneğin, Foucault “Cinselliğin Tarihi”nde, bir “sodomite”nin, belki bir kez, belki birden çok kez, sodomi eylemini gerçekleştiren kişi olduğunu, daha sonraki “eşcinsel” tanımının ise tıbbi veya psikolojik olarak teşhis edilmiş bir patolojisi olan kişi olduğunu belirtmiştir. Kısacası, bir erkekle seks yapan bir erkek tek bir eylemden, bir günahtan bir koşula, sorunlu varoluş durumuna geçmiştir. Ayrıca çokluk arasında sadece bir cinsel yönelim (heteroseksüellik) toplum tarafından onanmaktadır. Transhümanizm için çıkarımlar açıktır: Eğer Foucault’nun tarihsel soykütük yöntemi “doğal” cinsellik olarak görülen şeyi yapıbozuma uğratmak için kullanılabilirse o zaman insan öznesinin diğer hangi “doğal” yönlerinin eşit olarak inşa edilmiş ve değişime açık olduğu gösterilebilir, belki büyütme veya ortadan kaldırma şeklinde.
Judith Butler, Foucault’nun soykütüğünü kimlik düzeyine çıkararak, “normal” ve “kendi”nin, cinsiyet normları veya konuşma kalıpları gibi gerçekleştirdiğimiz ve yinelediğimiz şeyler olduğunu açıklar. İlginç bir şekilde, feminist bilim insanı Elizabeth Grosz, Foucault’nun teorileri ile Charles Darwin’in teorileri arasındaki paralellikleri gösterir. Hem Darwin hem de Foucault, tarihin teleolojik olmayan ilerleyişinin ve bununla birlikte, insan gelişiminin hem biyolojik hem de sosyal olarak geriye dönük olarak belirlendiğini ortaya koymaktadır. Transhümanist proje, herhangi bir teknolojik gelişme gibi, yaşamı kontrol etmek ve düzenlemek için yetkililerin eline yeni araçlar vermekte. Feminist ve eleştirel teorisyenler, bu kontrol sistemlerini açığa çıkarmak ve onları değiştirmenin metodolojisini göstermek için muazzam miktarda çalışma yaptılar. Transhümanizm bu noktada politik bir değişim istiyorsa siberfeminist teoriyi kendine temel olarak seçmelidir.
Spesifik bir örnek için üreme teknolojisine dönüyoruz. Doğum kontrolü, cinsel yolla bulaşan hastalıkları önleme, yardımcı üreme teknolojileri, kürtaj yöntemleri, ultrasonlar, yenidoğan bakımı veya doğumla ilgili sayısız diğer teknolojiler olsun, bu tartışmalar etrafındaki politika ve etik, feminist düşünce ve eylemin klasik arenalarıdır. Bu sıkı bağlantının ana nedeni, hamileliğin kadınlar üzerindeki bariz etkisine rağmen, kadınların seslerinin çoğu zaman hararetli siyasi tartışmalarda susturulması veya manipüle edilmesidir. Transhümanistler neredeyse tanım gereği liberal/ilericidir, insan vücudu için mümkün olduğu kadar çok seçeneği destekler ve kürtaj hakları, güvenli seks eğitimi ve doğum kontrol seçenekleri gibi birçok feminist konuyu destekleme eğilimindedir. Bu konuda politik olarak, feministler ve transhümanistler genellikle bir anlaşma içindedirler. O halde, her iki felsefe birlikte örtüşüyormuş gibi görünürken transhümanistler neden feminizmi benimsemek için ortak bir çaba göstersinler diye sorabilirsiniz.
Sorun, tavuk-yumurta olayıdır. Teknoloji toplumu normlardan mı kurtarır yoksa politik sosyal teori teknolojiyi normlardan mı kurtarır? Bu soru, belki de siberfeminizmin temel meselesidir. Judy Wajcman’ın cinsiyet ve teknolojiye dair çalışmaları tartışmayı açıklar ve siberfeminizmin yükselişinin insanlara teknolojiyi feminist amaçlar için daha iyi kullanma araçları ve anlayışı vermiş olsa da, teknolojinin şu anda toplumsal cinsiyet rollerini zayıflatmaktan çok güçlendirdiği sonucuna varır. Bu sonucu sadece toplumsal cinsiyetten tüm toplumsal normlara genişletirsek, toplumsal hareketlere eşlik etmeden teknolojik ilerlemenin umut ve kurtuluş yerine tehlike ve baskı kaynağı haline geldiği bir tabloyla karşı karşıya kalırız. Siberfeminizm, transhümanizm için önemlidir çünkü toplumun sınırlarını aşmadan biyolojinin sınırlarını aşamayız: ikincisi her zaman birincisini engeller, tersi değil.
Verebileceğim tüm örnekler arasında en güçlüsü transseksüeller ve interseksüellerdir. Bir kişinin biyolojik cinsiyetini değiştirmesi için eğitimli tıp uzmanlarının hem işlemi onaylaması hem de sigorta kapsamında olduğundan emin olmak için nedenini “teşhis etmesi” gerekir. Teknolojideki en son gelişmeler ve bilimsel bilgi birikimi, prosedürün ne kadar hızlı, güvenli ve acısız olduğunu belirtmeden, geçişin ne kadar “tamamlanmış” olabileceğini belirler. Hukuk alanında işler daha karmaşıktır. Kadın ehliyeti ile erkek doğum belgesi nasıl doğrulanır? Bu kişi askere alınabilir mi? O kişi kiminle evlenebilir?
Yine de teknoloji, her yıl daha iyi geçişlere izin vermesi ve geçiş yapmış olanlar ile arada doğanlara daha iyi tıbbi destek sağlaması bakımından özgürleşirken trans ve interseks bireyleri tuzağa düşüren ve kısıtlayan sosyal normları değiştirmedi. Bu başarısızlıktan dolayı, kültürel normları çözme, sosyal standartlara karşı koyma ve hegemonik gücü baltalama söylemi üzerine inşa edilmiş bir sosyal değişim felsefesine ihtiyacımız var. Transhümanizm, teknolojileri, potansiyel benlikleri, olabileceğimiz sınırsız varlıkları dile getirebilir ancak yolu hazırlamak, siyaseti değiştirmek ve tekno-bilimi geçmişin zihniyetlerine bağlayacak kültür ve toplum normlarını yapıbozuma uğratmak için siberfeminizme ihtiyaç duyar. Bir bakıma transhümanizm ve siberfeminizm birleştiklerinde, her ikisinin de başarılı olması için gerekli olan teknolojik gelişmeyi, siyasi değişimi ve toplumsal ilerlemeyi yönlendirebilecek, birbirini tamamlayabilecek felsefelerdir. Ancak transhümanizmin politik kapitalist çıkarı ve kaprisleri ile siberfeminist kuramın birleştirici eşitlikçi söylemi havada birbirini kesen baltalara benzetilebilir.
Çeviri: Duygu Aydemir
Kaynak: Kyle Munkittrick (2012) On the Importance of Being a Cyborg Feminist.
https://theanarchistlibrary.org/library/kyle-munkittrick-on-the-importance-of-being-a-cyborg-feminist